Ailenizin radyocusu…

ailenizin-radyocusu

 

Çocukken en büyük hayalim dedektif olmaktı. Gizli kapaklı işlerin peşinden koşan, suçluları yakalayan, ayakkabının altındaki çamurdan ve bardaktaki dudak izinden “katil uşak!” diye şıp diye sonuç bildiren cinsten bir dedektif olmak istiyordum. Nohut rengi uzun pardösünün içinde yürüyen yer mantarı olacağımı anladığımda bu hayalden vazgeçtim.

Ancak suçlu kovalamak ve hak peşinde koşmak için yanıp tutuşuyordum nedense. Pardösü hayallerimi yıkınca ben de polis olmaya karar verdim. 80’li yılların favori dizisi Dempsey and Makepeace’in sarışın afeti Glynis Barber gibi olmak için can atıyordum. Solaryuma girmiş gibi görünen yanık teni, altın sarısı küt saçları ve renkli gözleriyle çocukluğumun ilham kaynağıdır o kadın. TRT’de dizinin yayınlandığı yıllarda gazeteden veya haftalık TV dergisinden çıkan posterini odama asmışlığım da vardır ayrıca.  Tayyör ve seksi kelimelerini yan yana getirebilmiş nadir hatunlardandır. Hele jartiyerine tabanca gizlemez miydi, içimiz giderdi…

Ben Dempsey tutkusuyla polis olma işini iyice kafaya koydum, bizimkilere de söyledim “polislik sınavına gireceğim” diye. Evde kızılca kıyamet koptu tabi! Hırlısıyla hırsızıyla mı uğraşacak mışım, gecem gündüzüm mü olmayacakmış, kelle koltukta mı dolaşacak mışım, kıza tabanca mı yakışırmış… Saydıkları bahaneler bitmedi gitti. Nereden duyduysam “bari masa başı polisi olayım anne!” dedim, belki ikna olurlar diye, onu da yemediler!

 

Patlıcan neden oturtulmuş?

Sonrasında gazeteci olmaya karar verdim. Elime aldığım tarakla ev halkıyla röportajlar yapmaya başladım. “Evet sayın seyirciler bu akşamki mönümüz patlıcan oturtma! Sayın babacım siz bu konuda ne düşünüyorsunuz acaba? Patlıcan ayakta mı duruyor da neden oturtulmuş, fikriniz nedir?” gibisinden kafa açıcı sorularımla beyinlerini pişirdim bizimkilerin. Satın almaya param yetmeyince okul harçlıklarımı biriktirip çarşıdaki sahaftan eski bir daktilo kiraladım. Yaptığım şahane(!) röportajları, sert tuşlarına basmaya gücümün zor yettiği parmaklarımla temize çekip haberler yaptım. Ailecek çok sevdiğimiz, beğenip takdir ettiğimiz ünlü bir gazetecinin evinin önünde bombalı suikastla öldürülmesiyle, hayalini kurduğum gazetecilik mesleği orada bitti benim için. Çünkü hayatımda ilk defa babamı hüngür hüngür ağlarken o zaman gördüm…

İlerideki meslek arayışımda kıvrak bir sapma ile bir anda Mezdeke olmaya karar verdim! Elime geçirdiğim tülbendi yüzüme peçe yapıp “Led bir vele diştiri.. ya el yelil lili lili” diye ortalarda dolaşmaya, itinayla gerdan kırmaya ve kıç sallamaya başladım. Annemden temiz bir sopa yiyince tabi bu hayalim de çok uzun sürmedi!

Bizimkilere göre kadın için en ideal meslek öğretmenlik ve hemşirelikmiş! Çocuk cıyıltısını daha o yaşlarda bile kafam götürmediğinden öğretmenlikten anında vazgeçtim. İğne yapabilme cesaretim de olmadığından hemşirelik yalan oldu böylelikle. Ha tabii bu arada benden habersiz o dönemin en meşhur hemşirelik okulu sınavına beni zorla soktuklarını, kul hakkından ödü kopan annemin sırf bu sınav için araya adam bile koyduğunu ve benim inat edip o sınavda boş kâğıt verdiğimi de atlamayalım lütfen! Sonuç elbette ki değişmedi, anamdan yine temiz sopa yedim!

Okulun veli toplantısında öğretmenimiz “çocuklarınıza seçecekleri meslekle ilgili baskı yapmayın, kendi yeteneklerini ve isteklerini ortaya çıkarın” demiş. Sanki atomu bulmuşlar gibi bizimkiler değişik davranmaya başlamışlardı bana. İlk defa “ne istiyorsun?” diye sormaya başladılar. “Yazmak ve konuşmak” dedim kendimden son derece emin olarak, tabii bizimkiler pek anlam veremediler ve kendi halime bıraktılar beni. Daha doğrusu annem “sanki ağzını bantladık, dil zaten pabuç gibi!” diye çemkirdi elbette.

 

Ailenizin radyocusu geldi…

Öğretmenimden aldığım gazla o dönem yeni kurulmaya başlayan bir yerel özel radyoya başladım. Başıma gelecekleri bildiğimden, öncesinde öğretmene gidip durumu anlattım, bu işi nasıl sevdiğimi ve asla derslerime engel olmayacağını anlattım. Olur ya bizimkiler gider hocaya konuşur, beni vazgeçirmeye çalışırsa diye önlem aldım kendimce. Tam da tahmin ettiğim gibi, annem gidip konuşmuş öğretmenle. Sağ olsun kadıncağız da ikna etmiş annemi.

Hafta sonları iki saat radyoda program yapmaya başladım böylelikle. Küçücük karanlık bir oda ve önümde duran mikrofon! Giriş müziği Balıkesir Çiftetellisi! “İtinayla oynatırız” da sloganım! Nasıl ama? Evde zaten yalnızken, kendi kendime konuşuyordum o yüzden zorlanmadım. Antrenmanlıydım yani! Kendimi ve annemi anlatıyordum genellikle. Çünkü annem nev’i şahsına münhasır nüktedan kadındır, dolayısıyla eldeki malzemeyi kullanıyordum.

Kendi saflıklarımı da söylüyordum elbette. O döneme ait anlattıklarımdan tek hatırladığım şey, “Zeki Müren’e çok acıyorum. O kadar zengin ve şöhretli birisi nasıl olur da bodrum katında yaşar ya?” diye hayıflanıp bunu programda söyleyince, radyonun canlı yayın telefonları kilitlenmişti. Meğerse rahmetli Zeki Müren bildiğimiz Bodrum’da yaşıyormuş! Ah benim saf kafam ya…

Komik olsun diye değil, o an içimden öyle geldiği için konuşuyordum ama millet acayip eğleniyormuş benim programı dinlerken. Bir de yine canlı yayında Madonna ile Maradona’yı kardeş sanıp, “bunların babaları çok şanslı adam ya! Parayı götürüyordur valla!” diyince ben, radyonun patronu kahkahalar atarak stüdyoya girdi ve “kızım sen nasıl bir şeysin? Millet altına işedi gülerken! Böyle devam edersen önümüzdeki ay sana maaş vereceğim!” dedi. Ben de arkasından “hahahaa çok komik sanki! Maaş verecekmiş! Sen önce helâ taşına dönmüş dişlerini temizlettir o parayla!” dedim ve üç saniye sonra stüdyonun kapısı güm diye açılıp, patron girdi. “Çık dışarı, kovuldun!” diye tükürük saçarak bağırdı bana. Ne olduğunu anlamadım o an.

Meğerse mikrofonu kapatmayı unutmuşum ben! Allahım ben öleyim ya gömün beni bu stüdyoya emi!

 

 

Folik asit bebeleri…

apple-ipad-551502__180

 

Çocuklarla aram hiç iyi olmamıştır nedense. Daha doğrusu çocuk konusunda çok seçiciyim. Çocuk seçerim yani! Zıyıl zıyıl ağlayan, şımarık, istediğini yaptırmak için yerlerde tepinen çocuklara hiç tahammülüm yoktur (burada kulağımı çekip tahtaya vuruyorum, Allah muhafaza gibilerinden). Bu tarz çocuklar da zaten beni sevmezler. Çocuğa çocuk gibi değil de yetişkin gibi yaklaşır, konuşurum ben. Öyle agucuk gugucuktan falan anlamam, direkt normal sohbet ederim yani.

Arkadaşımın okula başlamak üzere olan dünya tatlısı bir kızı var. Önlükler, defterler, renkli kalemler gibi tatlı okul heyecanını bir türlü yaşayamadı maalesef arkadaşım. Çünkü onun derdi daha başka! Kızının üstün zekâlı olduğunu düşünüyor nedense. Bacak kadar çocuğa Einstein muamelesi yapıyorlar ailecek. Bu yüzden de kızlarını gönderecekleri okulu seçemiyorlar, öğretmen beğenmiyorlar.

 

Çocuğum üstün zekalı…

“Çocuğun üstün zekâlı olduğunu nasıl anladınız? Testi nerede yaptırdınız?” dedim arkadaşıma. Cevap gerçekten çok tatmin ediciydi! “Ay teste ne gerek var ayol! Çocuk kendini belli ediyor zaten, görmüyor musun?” dedi. “Nasıl yani?” dedim safça, “nasıl anladınız peki çocuğun zekâ seviyesini?” diye sordum. Kendimden de şüphe ettim bu arada, çocuk sahibi olmadığımdan belki de bilmediğim şeyler vardır diye düşündüm.

Minik kız evet çok tatlı, akıllı ama ben daha önce hiç üstün zekâlı bir çocuk görmediğimden aradaki farkı bilemiyorum doğal olarak. “Yaşıtlarından erken mi konuşmaya, yürümeye başladı?” dedim, “yok canım geç yürüdü bizimki” dedi arkadaşım.

Kızla sohbet ettim birazcık, normal yaşıtları gibi çocukça konuşuyor. Kelimeleri düzgün kullanarak akıcı halde cümle kurması da yok çocuğun. Öyle bilimle sanatla müzikle de ilgilendiği yok. Odasında bebekleriyle evcilik oynuyor, bebeklerini birbirleriyle dövüştürüyor. Arada canı sıkıldığında koltuk tepelerinde zıplıyor falan. Tamam, ben de bu konularda uzman değilim neticede ama bu kız bildiğin normal çocuk yani! Öyle üstünlük bir durumu yok.

“Ay arkadaşım sakın yanlış anlama ama senin kız pek normal görünüyor. Yani yaşıtları gibi bir kız çocuğu işte. Siz nasıl kanaat getirdiniz üstün zekâlı olduğuna?” dedim tekrar, merakıma yenilerek. “Aa üstüme iyilik sağlık! Olur mu hiç öyle şey ayol! Bizim kız acayip meraklı ve yetenekli. Telefonu tableti ver eline, şıp diye şifresini falan çözer oynamaya başlar. İnterneti senden benden iyi kullanıyor. Hoşuna giden müzikleri, oyunları, çizgi film videolarını Youtube’dan şakk diye indiriyor. Ben bu yaşımda bilemiyorum, beceremiyorum ayol akıllı telefonu kullanmayı ama o yapıyor. Kesin üstün zekâlı benim kızım!” dedi. “Nasıl yani? Çocuğun üstün zekâlı olduğuna, cep telefonu kullanmasından mı anladınız?” dedim duyduklarıma emin olmak için! “Herhalde yani!” dedi, son derece kendinden emin halde!

 

Bunun kıçında kurt var!

Konuyu hiç uzatmadan kestirmeden kapattım. Çünkü zamane anneleriyle bu konularda tartışmaya gerek yok çünkü ikna edemezsin! Anında 5 panter gücüne bürünüverirler. Eskiden duvara tırmanan, koltuk tepelerinde karate yapan, yerinde durmayan çocuğa “bunun kıçında kurt var” denilirdi, şimdi bu yaramazlığın adı hiperaktivite oldu! Telefon, tablet, bilgisayar, internet kullanmakla üstün zekalı olmuyor çocuklar bunu iyice öğrenin artık. Siz kendi çocukluğunuzla kıyaslamayın zamane çocuklarını. Şimdikiler folik asit bebesi ayol! Analarımızın zamanında folik asit mi vardı sanki? Ayrıca teknolojiyi iyi kullanıyor diye aferin manyağı yapıp şımartmayın çocuklarınızı. Tam aksine, kafasını tabletten kaldırmayan, bilgisayar oyunlarının müptelası olan çocukların sosyal becerileri çok zayıf oluyor. Şakır şakır oyun indiren, oynayan çocuk arkadaşlarıyla oynamayı, paylaşmayı beceremiyor nedense! İki kelimeyi bir araya getirip doğru düzgün cümle kuramıyor ayol bu çocuklar, siz hangi üstün zekadan bahsediyorsunuz acaba?

Bilgi çağındayız, elbette ki teknolojiden uzak kalmak mümkün değil. Çocuğu ne kadar uzak tutmaya çalışsan da okulda arkadaşlarında görüyor ve istiyor. Engel olamıyorsun bir bakıma. İyi güzel ama çocuğu sadece teknolojiyle oyalamak ne derece doğru? Kitap okuma alışkanlığını edindirmek anne babalara düşmüyor mu? Çocuğun en büyük serveti hayal kurmak değil midir? Hayal dünyasını geliştirecek kitaplar, hikâyeler, masallar tedavülden mi kalktı? Şimdikilerde maalesef varsa yoksa savaş silah vurdulu kırdılı temalı oyunlar! Hayır anacım oyunlar da bir şeye benzese bari, militan klanları yetiştirme kursları sanki!

 

Heyy yavrum heyy…

Bizim zamanımızda yoktu böyle teknoloji, belki de o yüzden garipsiyoruz. Bizim bildiğimiz tek teknolojik alet Commodore 64. Du yuu nov comodore?? İnternetsiz çocukluk yaşayanların şahı da MIRC. Connected bağlanma sesini ve kalpteki ritim hızlanmasını kaçınız hatırlıyor acaba? ASL ( age-sex-location/ yaş-cinsiyet-şehir) sorusuna kaçınız doğruyu yazdı hımm söyleyin bakalım? Yakışıklı76, Karizma, BabyFace, SertAdam, Koba69 gibi akılara ziyan “nick name”ler ve muhabbettin koyuluğuna göre buluşma randevuları! Heyy yavrum heyy… Zamana bak ya…

Bizim çocukluğumuzda ana babamız okulda öğretmene teslim ederken bizleri “eti senin kemiği benim hocam” derlerdi. Dersi dinlemeyip sıra arkadaşımızla kikirdedik diye cetvel mi yemedik ellerimize, kulak memelerimizden mi çekilmedi! Evdekilere söylediğimizde de “oh olsun ellerine sağlık hocanın az bile yapmış, dinleseydin dersini!” diye bir de evdekilerden dayak yerdik.

Şiddete karşıyız elbette ama bizim nesil çekinirdi öğretmenlerinden, saygı duyardı büyüklere. Okul haricindeki zamanda bile bir öğretmenimizi yolda görsek ceketimizi ilikleyip selam verirdik. Şimdikiler gibi hocaya diklenmek falan namümkün! Şimdi bir öğretmen olarak sıkıyorsa çek bakalım öğrencinin kulağını! Velisi seni rezil eder, okuldan attırır valla seni.

Şimdikiler çocuksa biz neydik acaba? Napalım yani, bizim zamanımızda Pokemon Go vardı da biz mi oynamadık?

 

 

 

Tatil…

tatil

 

Tatil için çok hayaller kurarız. Aylar öncesinden planlar yapar, “nereye gitsem” diye araştırmacı gazetecilik ruhumuzla aramadığımız otel, tavsiyesini almadığımız arkadaş bırakmayız. Bavul hazırlamak zaten tam bir işkence! Erkeklere göre kolay, iki şort üç tişörtle iş tamamdır. Ya kadınlar? Ayakkabılar, makyaj malzemeleri, banyo ürünleri, mayolar, gece ve gündüz için ayrı kıyafetler, koca bir poşet ilaç… Bitmez o alınacaklar, sığdırılamaz bir türlü valizlere. Ve illa ki bir şey unutulur! Asıl kâbus ise tatil dönüşü olur, o valizleri indir kaldır, içindekileri yıka ütüle yerleştir…

Ultra lüks beş yıldızlı tatil köyü benim tatil kavramımla pek örtüşmez. Ben tatildeysem istediğim zaman yatıp istediğim zaman kalkacağım arkadaş! Otellerin yeme içme saatine göre karnımın guruldamasını ayarlayamam kimse kusura bakmasın. Gittiğim yeri gezmeliyim en başta. Neresinde ne var, o yörenin nesi meşhur, nerede ne yenir öğrenmeliyim. Gezdiğim gördüğüm yerleri eşime dostuma tavsiye etmeliyim. Tatilde dağ bayır gezip, çayır çimen, ağaç börtü böcek görmeliyim. Malak gibi yatıp, bütün gün gölgede bir hamakta kitap okumalıyım. Ama otele kapanınca oradan çıkamıyorsun. “O kadar para verdik, dışarıda yemeye gerek yok” derseniz, öğlen çıkan patates kızartmasını akşam sulu yemek olarak önünüzde buluyorsunuz! Açık büfe önünde ramazanda pide kuyruğundaymış gibi beklemek hiç bana göre değil. Hele ki o tabağa kıtlıktan çıkmış gibi pilavın üstüne baklava sığdırmaya çalışanları görünce ensesine şaplak atasım geliyor!

 

Az eşya çok huzur…

Bu sefer yıktım bütün tabularımı ve çantaya iki şort, üç tişört koydum, ayağımda şıpıdık terliklerle çıktım yola. “Oh” dedim, “dünya varmış”. Telefon şarjım, kitabım ve sivrisinek kovucum varsa ben tamamımdır.

Gittim kafama göre bir yere yerleştim. Samimi sıcak bir ortam, dedim “tamam budur!”. Kendime göre ilk planım öğlene kadar uyumaktı ama maalesef alarmını bir türlü kapatamadığım vücut saatim kargalarla birlikte beni uyandırdı. “Hadi kalk giyin bari deniz kıyısında yürüyüş yap” dedim kendime. 70’lik 80’lik teyzelerin amcaların sahildeki spor aşkını görünce çok utandım kendimden. “Şu köşeyi döndük mü tastamam 2 km olacak, yeter bu sabah için. Az ileride Boşnak börekçisi var, gidip karnımızı doyuralım” lafını duyunca arkamdaki gruptan, spor olayının bizim milletin genetiğine uymadığına karar verim. Yok arkadaş, Türk kadını her yerde aynı valla. Spor olsun diye vıcık vıcık terle, kilometrelerce yürü sonra git börek ye! Niye erimiyor o tekerlek gibi kıç acaba?

Yoldaki kediyle köpekle oynaşmam bitip, kumların inceliğini ve deniz suyunun sıcaklığı ayak bileğimle ölçtüğümde sabah sporumu tamamlamış oldum. Aldığım gazeteleri ince belli tavşankanının yanında keyifle okurken Oya Bora adalarında (Bora Bora adalarına şahsımın verdiği ad) değil de, güzide Türk tatil beldesinde olduğumu hatırladım. Neden mi? Çünkü Türkiye haricinde dünyanın hiçbir yerinde, reçelli ekmeği yedirebilmek için çocuğunun peşinden koşan anne göremezsiniz! O sakin çocuk Fredi’nin kâbusuna dönüşüverir bir anda. Çocuğun çığlıklarını duyan biri, canlı canlı adam kesiyorlar sanır! Tatlı dille yemeğe ikna edemeyen savaşçı ruhlu Türk Annesi asla pes etmez ve bebenin burnunu tıkayıp, o yumurtayı ağzına sokar illa ki. Yaz sıcağında pekmezli sütü dayarsan çocuğa, masanın ortasına kusar tabii! Ayrıca Allah aşkına vazgeçin şu pekmezli süt ısrarınızdan ya! Azcık kitap okuyun interneti falan karıştırın, bunun bir faydasının olmadığını öğrenin artık! “Sus kızım sakın karışma elalemin çocuğuna, sen oku gazeteni” diyor iç sesim ama istem dışı gözüm takılıyor karşı masadaki kadına.

 

Çocuk bezdirme servisi!

Çocuk dayanamayıp fırladı masadan, koşturdu denize. Bizim fedakâr ve cefakâr Türk annesi de tabii ki peşinden! “Koşma, atlama, girme, ay boğulacaksın” feryatlarıyla yıktı ortalığı kadın. Arkadaş çocuk bu, hoplayacak da zıplayacak da koşup düşüp kafasını da yaracak! Denize getirdiğin çocuğun biblo gibi yanında durmasını nasıl bekliyorsun? Abartısız 15 dakika içinde 25 defa çocuğun yanına gitti kadın. Çocuk da her seferinde “tamam yaaee” diye sepetledi başından anasını. Ama kadın yılmadı! En son cezvede ısıttığı çorbayı pet şişeye koyup çocuğun yanına koştuğunu gördüm, “pes” dedim! Bu kadınları bir yerde topluyorlar ve çocuk nasıl bezdirilir diye bir seminer veriyorlar sanırım!

Tam o sırada arka masada Alman bir çift dikkatimi çekti. Bizim cevval Türk annesinin çocuğundan muhtemelen 1-2 yaş ufak kızı var bu çiftin. Kadın nasıl rahat anlatamam. Almış eline kitabını, uzatmış ayağını sandalyeye, karşısındaki eşi de rahat rahat kahvaltısını yapıyor ama velet yıkıyor ortalığı. Bunların umurunda değil! Vermiş bebenin eline bir havuç, kemirip duruyor garibim. “Hah” dedim ya, işte böyle rahat olacaksın. Çorba içmedi diye ölen çocuk var mı ya?

Vıyak vıyak çocuk cıyıltısından sinir bastı bana, “bari denize girip rahatlayayım” dedim. Azcık yüzdüm sonra aldım elime kitabımı serildim şezlonga. Sıcaktan içim geçmiş, uyumuşum biraz. Bir uyandım ki ne göreyim? Kitap yüzümle boynumun yarısını kaplamış ve damalı eşek gibi olmuşum iyi mi! Bronzlaşmada yeni trend flaş flaş flaş! Yazın o sıcağında yüzümün şeklini kurtarabilmek için 3 ton koyu fondöten kullanmak zorunda kaldım. Baktım olmuyor, aldım kocaman büyük bir şapka taktım kafaya, bir de devasa gözlük! Yer mantarı edasıyla dolaşıyorum ortalıkta! Millet beni magazincilerden saklanmaya çalışan ünlü falan sandı, haahaayy havam bin beş yüz!

 

Sahil işgali!

Anladım ki ben bu bronzlaşma işinde beceriksizim, aldım elime kitabımı gölgede takılmaya başladım. Daldığım sayfadan kafamı kaldırdığımda gözlerime inanamadım! Sahilde mülteci istilası var sandım önce ama biraz dikkatli bakınca bu kalabalığın günübirlikçi tayfa olduğunu anladım. Laz müteahhit gibi kumsala ruhsatsız kat çıkmışlar resmen! Büyük dondurma şemsiyeleri, yerlerde kilimler, plastik sandalyeler… Sol taraftaki grup da evdeki oturma takımını getirmiş, kanepeler tekli koltuklar… Türk kadınının her ortama adaptasyonunu bir kez daha takdir ettim valla. Ekmek arası köfte, haşlanmış mısır, karpuz, çekirdek itinayla çantaya istiflenmiş, çocuğun çişini yaptırmak için boş pet şişe de hazır edilmiş! Helal olsun dedim.

Bu şen şakrak kadın grubunun en tehlikeli yanları acayip şekilde meraklı olmaları! Ortamda yalnız bir genç gördüklerinde hemen potansiyel gelin/damat moduna geçiyorlar. Maalesef ben de bu meraktan nasibimi aldım! “Adın sanın ne, nerelisin, kaç yaşındasın, ne iş yapıyorsun” sorularıyla bezdirdiklerinde “öğretmenim” diye sallayıverdim. Ay demez olaydım! Ben nerden bileyim Türk annesinin potansiyel gelin adayı olarak öğretmenleri seçtiğini? Öğretmenliğe gösterilen ilgiyi rahmetli Atatürk görseydi gözlerine inanamazdı herhalde! Baktım ki bu meraklı kadınların elinden kurtulamayacağım “ay beni güneş çarptı galiba bana müsaade” dedim kaçtım yanlarından.

Siz siz olun tek başınıza tatile çıkarken iyi düşünün. Gittiğiniz yeri iyi seçin. Hatta direkt beş yıldızlı ultra lüks tatil köyüne falan gidin de tek derdiniz yemekte sıra beklemek olsun!