Daktilo…

daktilo

Yazmak, kendi kendine konuşmaktır.

Sesli olarak yapamadığın eylemi, parmaklarınla fiiliyata dökmek aslında. Söylemek isteyip de söyleyemediğin, boğazında düğümlenenleri, kalbini sıkıştıranları, sinirden beyin hücrelerine harikiri yaptıranları, çokça da hayalindekileri ifade etmektir bir bakıma…

Doğuştan gelen bir yetenektir aslında yazmak. Çok iyi konuşan, iyi hatip olanlar bazen iyi yazamazlar. Söylemek istediklerini kâğıda dökenler, gerçek meramını kaliteli biçimde yazıp, ne demek istediğini okuyanlara geçiren usta kalemlere her zaman saygım sonsuz olmuştur.

Arkadaş muhabbetinde şahane fıkra anlatırsın, herkes yerlere yatar, “bi tane daha patlat” der millet ama bunu yaz deseler kupkuru kalır, o duyguyu geçiremezsin, okuyan gülmez o fıkraya. İşte böyle bir şeydir yazma kabiliyeti.

Bir yudum suyu öyle bir yazarsın ki, okuyan kişinin dudakları kurur, yutkunur, canı su çeker. Budur işte yazmak! Susayan birinin karşısına geçip bir bardak suyu lıkır lıkır içsen canını çektiremezsin belki ama yazdıklarınla deli gibi susatırsın.

Gregor Samsa’nın bir sabah, huzursuz edici rüyalarından uyandığında, devasa bir böceğe dönüşmüş olarak kendini yatağında bulduğu, Kafka’nın o muhteşem eseri Dönüşüm’ün bendeki yeri ayrıdır. İlkokul çağlarında okuduğum bu şahane eser ile tasvirin gücüyle tanışmış oldum. Belki de bendeki ilk yazma hevesi bu kitapla başladı.

 

Düşlerinde herkes özgürdür…

Düşlediklerimi tasvir gücüyle beslediğim yazılar yazmak en çok istediğim şey olmuştur. Düşlerinde herkes özgürdür çünkü…

Bu konudaki ilk deneyimim ortaokul yıllarında oldu. Yaşadığım şehirde öykü yarışması düzenlenmişti. Yarışma ve ödül hiçbir önem arz etmezken benim için, içimdeki yazma istediğini perçinleyecek bir faaliyetin olması çok heyecan vericiydi.

Sıra dışı bir şey yazmalıydım!

Ortaokul ikiye giden bir çocuk için “sıra dışı” şey ne olabilirdi ki!

Okuyanların merak edeceği ve hatta “helal olsun” diyeceği türden bir şey olmalıydı konu. Ama ne?

Günlerce bunun üzerinde düşündüm… Evdekilere sordum “öykü yarışması var, ne yazayım?” dedim. Şahane cevaplar geldi!

Annem “beni yaz beni! Bak nasıl saçımı süpürge ediyorum” dedi! Babam “iyi bir evlat, hayırlı bir vatandaş nasıl olur onu yaz” dedi! Kardeşime sordum, garibim daha bıdıcık, dünyadan haberi yok, elindeki bez bebeği Aliş’i salladı!

Anladım ki bizimkilerden fayda yok bu konuda bana! Düşünmeye devam ettim, ne bulabilirim konu olarak diye…

Okul çıkışında sokak lahmacunu satan bir amca vardı (ay canım çekti şimdi bak, olsa da yesek), adını bile hatırlamıyorum şimdi o amcanın. Annem çok kızardı “sokakta satılan bişey yeme” diye tembihlerdi. Ama illa alırdım o lahmacundan. Ortasına koyduğu domatesin tadı hala damağımda valla!

Bir gün, okul çıkışında yine o amcanın tezgâhında toplandık, arkadaşlarla lahmacunları gömüyoruz… Sıranın benim lahmacuna gelmesini beklerken sohbet ediyoruz amcayla. Adamcağız yaşadıklarından, tecrübelerinden bahsedip bize öğütler veriyor…

Nasıl olduysa konu birden savaşa geldi. Kore gazisi olduğunu söyledi. Kore’de yaşadıklarını anlattı.

Bende ampul yandı birden!

 

Kore neresi ki?

Kendi sıramı arkada bekleyenlere verdim ve adama yaklaştım iyice. Daha çok anlatsın diye ağzının içine gireceğim meraktan. Bu ilgim adamcağızın da hoşuna gitmiş olacak ki detaylandırarak anlatmaya devam etti…

Elime tutuşturduğu lahmacunla ben hülyalara dalmıştım bile!

Ertesi gün yine lahmacuncu amcanın yanında bittim tabi ben. Ve bunu takip eden birkaç gün yine o amcadan Kore hikâyelerini dinledim büyük heyecanla. Ben sordukça o anlattı, o anlattı ben kafama kazıdım söyledikleri…

Öykü yarışması için yazacağım konuyu bulmuştum!

Her gün lahmacuncu amcadan dinlediklerimi kafamda canlandırıp, eve koşarak gidip anlatılanları unutmamak için defterime yazıyordum.

Bu böyle bir hafta kadar devam etti.

Ve sonra….

Oturdum defterimin başına, yazdığım notları tek tek binlerce kez okudum, ezberledim. Geceler boyu o yazılanları kafamda canlandırdım. Öykünün temasını hayallerimde oluşturmuştum bile!

Babam o lahmacuncu amcaydı. Anadolu’da bir köyde yaşıyorduk. Ben sekiz yaşında bir erkek çocuğuydum. Annem kardeşime hamileydi. Babamla birlikte tarlada saman balyalarken köye jandarma gelmişti ve babamı Kore’ye götüreceklerini öğrenmiştim.

Annemin gözyaşlarını silerken babamın arkasından bir tas su dökmüştüm onu uğurlarken. Zaman kavramını unutup günler geceleri, geceler haftaları, haftalar ayları kovalamıştı babamın yokluğunda. Kardeşimin doğduğunu da görememişti babam. Gitmişti ve gelmemişti… Her gün dua ediyordum babama dönsün diye ama dönmüyordu. Tarlalarda, bağlarda, bahçelerde bulduğum her işe gidip bazen çapa yapıyordum, bazen çift sürüyordum. Evin erkeği bendim artık. Bir gün köyün muhtarı geldi kapıya. Ne söylediyse anneme kadıncağız orada düşüp bayıldı. Babam ölmüşmüş! Başımız sağolsunmuş! Şehit olmuşmuş babam! Ben inanmadım buna. Çünkü benim babam ölmezdi ki! Ölemezdi! O giderken su dökmüştüm arkasından çabuk gelsin diye. Ben inanıyordum bir gün babam gelecekti….

Evet yazdığım öykü buydu. Sadece bu kadarını hatırlıyorum maalesef….

Kafamdaki kurguyu günlerce defterime yazdım. Şimdi sıra temize çekmeye gelmişti.

El yazımla yazmak istemedim nedense, belki de daha profesyonel olsun istemiştim kim bilir…

O zamanlar bilgisayar falan yok maalesef. Tek çare daktilo ama o da bizde yok. Sınıf arkadaşlarımdan birinin babası, yerel bir gazetede çalışıyordu. Arkadaşımı binbir zorlukla ikna edip, beni babasının iş yerine götürmesini sağladım.

Hulusi Amca kulakları çınlasın, beni dinledi. İlgilendi benimle. Amacım yazdıklarımı temize çekmek için ödünç bir daktilo almaktı. Heyecanım hoşuna gitmiş olacak ki kabul etti. Koca bir valize özenle yerleştirdik daktiloyu. O ağır alet zarar görmesin diye yavaş yavaş, milim milim yürüyerek eve getirdim.

Ve başladım yazmaya!

İlk defa daktilo görüyorum ve çok heyecanlıyım. Hulusi Amca öğretmişti gerçi bana satır başı nasıl yapılacak, büyük harfe nasıl geçilecek, kelime arasındaki boşluk nasıl yapılacak göstermişti ama iş başa düşünce biraz zorlandım tabi.

Defterdekileri tek tek, her kelimeyi ezberleyerek yazdım.

İlk sayfalarda harf hatası yüzünden kaç tane kağıt attım kim bilir…

Tam üç gün boyunca durmadan yazdım…

Taktiki takk takk taakk tak tak seslerinden evdekilere sinir bastı haliyle. En son annem carladı “yeter be kafam şişti” dedi ve kaldırıverdi önümdeki daktiloyu. Salya sümük ağlayarak aldım elinden ve tamamladım öykümü.

İlk olarak babama okuttum yazdığımı. Okudu, okudu, bir daha okudu ve döndü bana “bunu gerçekten sen mi yazdın?” dedi. Nedense inanamadı adam! Ben de onun neye inanamadığı anlayamadım!

Sonra oturdum anlattım bütün olanları… Lahmacuncu amcayı, onun hikayesini, gazetede çalışan Hulusi amcayı ve daktiloyu…

Gözleri parladı babamın ve “aferin güzel olmuş” dedi.

Çok gururlanmıştım gerçekten. Babam beğendiyse tamamdı bu iş. Gönül rahatlığıyla yazdığım öykümü yarışmaya gönderebilirdim.

Ertesi gün okula koşarak gittim ve hemen müdür yardımcısının odasına çıktım.

Ceketimi iliklerken ve odanın kapısını tıklatırken ölüyordum heyecandan. Yazdığım öyküyü özenle şeffaf dosyanın içine koyup, mavi telli başka bir dosyanın içine yerleştirmiştim. Dosyanın üzerine adımı, sınıfımı ve büyük harflerle öykümün adını yazmıştım.

 

Kunuri…

Öykümün adı Kunuri idi. Kore Savaşında Türk askerlerinin en büyük kayıplar verdiği, çok yoğun çatışmanın yaşandığı bölgenin adıydı Kunuri. Bizim lahmacuncu amcanın gerçekten savaştığı ve bir kolunu bırakıp geldiği yerdi.

Müdür yardımcısı aldı elimden dosyayı masasının üzerine bırakıverdi. Bakmadı bile içindekine. “Yarışmayla ilgili havadisleri okulun panosuna asarız ordan bakarsın” dedi ve beni odasından çıkartmak için elini salladı.

İçime bir şey oturmuştu sanki. Belki de o anki heyecanımı fark etmesini, emek vererek yazdıklarımı göz ucuyla da olsa okumasını beklemiştim. Ama yapmamıştı.

Bu ilgisizlik karşısında boğazım düğümlenmişti ama kimseye bir şey söyleyememiştim.

Aradan geçen bir ay boyunca her gün odasına gittim, başka öğretmenlere sordum yarışmayı. Hiçbiri doğru düzgün bilgi vermediler. Ve sonunda bir gün okul panosuna beklediğim ilan asıldı. Yarışma sonuçlanmıştı.

Yazılı olan isimleri tek tek okudum ama benim adım yoktu. Birinci, ikinci, üçüncü ve mansiyon ödülünü alan öykülerin adı yazıyordu ama Kunuri yoktu.

Hemen müdür yardımcısının odasına gittim. “Listeye baktım ama benim öyküm yok hocam. Bir yanlışlık olmasın?” dedim. Bendeki özgüvene bakar mısınız! Odadaki diğer öğretmenler de duruma şaşırdılar haliyle. “Neydi senin adın, öykünün adı neydi?” dedi müdür yardımcısı. Söyledim.

“Haa o muydu! Sen mi yazdın onu doğruyu söyle bak kızmayacağız? Baban falan mı yazdı yoksa? Biz onu uygun bulmadık ve göndermedik yarışmaya” dedi!

O anda benim için zaman durdu sanki! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Söylenen sözleri kulaklarım duymuyordu, her yer uğulduyordu… Yaşadığım hayal kırıklığının tarifi yoktu.

“Evet gerçekten yemin ederim ben yazdım hatta size nasıl yazdığımı da anlatabilirim, ezbere de okuyabilirim her cümlesini” dedim gözlerimden yaşlar akarak…

Durumu anlayan ve benim çırpınışımı gören diğer öğretmen hemen ayağa kalktı “Tebrik ederiz seni. Gerçekten çok etkileyici bir öykü yazmışsın. Ancak bu yarışma ortaokul düzeyinde olduğu için senin öykün liseler arasında yapılacak yarışmaya daha uygun kategoride. Ama bu senin yazma hevesini kırmasın sakın! Biz düşündük sana okul olarak mansiyon ödülü vermeye karar verdik” dedi bir çırpıda.

Aslında böyle bir karar marar yoktu! O anda o öğretmenin tamamen durumu kurtarmak için uydurduğu bir şeydi bu.

Benim öykümü okumuşlar ve o yaştaki bir çocuğun yazamayacağını düşündükleri için yarışmaya göndermemişler! Ve büyük ihtimalle de başkasına yazdırdığımı sanmışlar.

Ben ağlamaktan ne dediklerini duymadım bile. Masanın çekmecesinden bir dolmakalem çıkarttı öğretmen, bana uzattı, yanaklarımı öptü. Aferinler bravolar gazlamalar…. Muhtemelen kendi kullandığı kalemi bana mansiyon ödülüymüş gibi verdiler…

Hayatımdaki ilk haksızlığa uğrayışım buydu. Günlerce ağladım… Babam gitti öğretmenle konuştu, öyküyü gerçekten benim yazdığımı falan anlattı.

Aradan yıllar geçti, kırklı yaşlarıma geldim, çocuğum oldu ama o gün o odada ağlayan o küçük kızın kalp kırıklığını hatırladıkça hala burnumun direği sızlar…

Yapamaz, beceremez demeyin çocuklara…

İnanın onlara…

Güvenin çocuklara…

İlla kendi doğurdunuz çocuk olmasına gerek yok, her çocuğu takdir edin.

İçlerindeki yeteneği keşfetmesini sağlayın…

Teşvik edin…

 

 

 

 

 

 

Evden Kaçtım…

evden-kactim

Hayallerindeki işi yapanları çok takdir ederim. “Gerçekten olmak istedikleri mesleği seçmek” ile “puanının yettiği bölüme girmek” arasında tercih yapılan zamanda ben liseyi bitirdim.

ÖSS ve ÖYS sınavlarının hayatımızı kâbusa çevirdiği günlerde bir de ergenlik buhranlarıyla boğuştuk. İlerideki hayatımızı etkileyen bu sistemsel işkencesinin yanı sıra ailesel baskılar da vardı üniversite tercihlerimizde. “Falancanın kızı bilmem ne üniversitesini kazanmış!”, “Bilmem kim hanımın kızı şu bölümde okuyacakmış!” gibi iğnelemeler eksik olmazdı anne babamızın ağzında. Kendi isteklerinin, ideallerinin, yeteneklerinin arasına ebeveynlerinin hayallerini de eklemek zorunda hissederdin kendini. Anne babanın zamanında olmak isteyip de olamadığı, okumak isteyip de okuyamadığı bölüme mutlaka sen girmeliydin ki göğüsleri kabarsın! Ve tabi bunları yaparken aynı zamanda da seçeceğin mesleğin her daim geçerliliği olmalı, kolunda altın bilezik gibi durmalıydı.

Evdeki söylentilerden, okuldaki arkadaşlardan, öğretmenlerden sıra geldiğinde kendi iç sesinle ne istediğine kadar vermeye çalışırsın. Tercihlerinin ilk sıralarına çok havalı üniversiteleri ve bölümleri yazarsın, ya tutarsa diyerekten. Sonra altlara puanına göre girme ihtimalinin daha yüksek olduğu bölümleri eklersin. En sona da “eh artık buna da kesin girerim” dediğin yerleri koyarsın. Ve genelde de o en sondakiler olur…

 

İçimde uhdedir hala…

Benim üniversite tercihim tam da anlattığım gibi oldu. İlk tercihlerim hukuk, gazetecilik, radyo tv ve sinema bölümleriydi ki bunlardan ailemin haberi yoktu. Çünkü hepsine kendilerince verilecek gayet güzel itiraz cümleleri hazırdı.

“Anne hukuk yazıcam ilk sıraya!”

“Aman sen yapamazsın avukatlık mavukatlık hakimlik makimlik! Önüne gelen dosyaya zıyıl zıyıl ağlarsın sen, çok duygusalsın be kızım olmaz yani!!!”

“Baba gazetecilik yazıcam haberin olsun!”

“Sakın haa olmaz! Dilinin kemiği yok senin, ona buna olur olmaz şeyler yazarsın işten atılırsın, mahkemelerde sürünürsün!”

“Bakın son kararım radyo televizyon ve sinema yazıyorum ona göre!”

“Ne münasebet!!! Bizim sülaleden artist çıkmaz! Olamaz öyle bir şey sakın haa!”

Bütün itirazlara rağmen ben bu bölümleri yazdım tercihlerime. Oldu mu? Elbette ki olmadı çünkü “ya kazanırsam o zaman bizimkiler kesin göndermezler beni” korkusu vardı içimde.

Sonrasında alt sıralardaki tercihlerimden birini kazandım ve gittim üniversiteye. Okul bittikten sonra da asla kendi mesleğimi yapmadım. Eğitimini aldığım alanın dışında hep farklı sektörlerde çalıştım. Aynen üniversite tercihlerimde olduğu gibi çalıştığım işlerde de ailemin müdahalesi bitmedi, hatta artarak devam etti.

Önce şiddetle itiraz ettiler, beni caydırmak için ellerinden geleni yaptılar, sonrasında baktılar ki ben vazgeçmiyorum “aman ne halin varsa gör” dediler. Sonuçta da iyi olduğumu, mutlu olduğumu, başarılı olduğumu görünce de gururlandılar! Ya arkadaş anlamıyorum ki madem gururlanacaktınız ne diye bana o eziyeti çektirdiniz ha?

 

Kurpiyer mi olacakmışım!

Üniversiteden sonra turizmle uğraştım bir süre. Antalya’da çok kaliteli ve bu sektörün okulu sayılabilecek otellerde çalıştım. Ama beğendiremedik! Vay efendim ecnebilerle iş mi yapılırmış, bana gizlice domuz eti falan yedirirlermiş (hayal gücüne bakın rica ederim!), zaten uzaktaymışım falanmış da filanmış…

Kıbrıs’taki çok meşhur bir otelden gelen iş teklifini duyunca annemin tansiyonları fırladı, “kurpiyer yaparlar Allah muhafaza” ile başlayan cümlelerine “evlatlıktan reddederim seni, sütlerimi helal etmem” tehditleri de eklenince tırıs tırıs döndüm memlekete.

Bizimkilerin beğenebileceği işi gazetelerin iş ilanlarından aradım. CV’mi gönderdiğim bir firmadan telgraf geldi. Evet canım telgraf! Eskiden öyle e-posta ya da cep telefonu falan yoktu! Kapı çaldı bir gün, postacı elindeki telgrafı uzattı “şurayı imzalayın” dedi. Annemin tansiyonu yine fırladı “ayy borcumuz mu var Allah muhafaza eve postacı kâğıt getirdi” diye söylendi durdu. “Ay anne saçmalama allasen ne borcu! İş görüşmesine çağırıyorlar” dedim ama bu sefer de “iş görüşmesi” mantığını anlayamayan anneme her şeyi baştan anlatmak zorunda kaldım.

Kadın da haklı bir yerde, okuldan mezun olunca hemen atanmış devlet memuru olarak ve hayatında hiç CV hazırlamamış, iş görüşmesine gitmemiş, 30 sene çalışıp emekli olmuş. Garip geldi tabi bu durum.

Bu sefer de demez mi “sen niye onların ayağına gidiyorsun, seni çok istiyorlarsa eve gelip çayımızı içsinler!” Allahım sen benim aklımı koru emi! “Eh be kadın bana görücü gelmiyor, ben iş arıyorum farkında mısın?” dedim ama dinletemedim.

İlaç sektöründeki bir firmadan tıbbi mümessillik için iş başvuru yaptığımı, işin ne olduğunu, şartlarını falan anlattım. Vay efendim ben reprezant olamaz mışım (çok haklısın anne zaten bana her gün Amerika’dan CEO’luk teklifleri geliyor!), sünnetçi çantası gibi elimde taşıyamaz mışım (ayy kıyamam anacım benim narin ellerimi de düşünürmüş!), doktorların kapısında saatlerce bekletilemez mişim (kesinlikle haklısın valide sultan, zaten bizim sülalemiz de İngiliz kraliyetinden geliyor!), kalem ajanda dağıtmayı iş mi bellemişim ben (ne alaka yaa promosyon onlar bi kere, hem zaten sen de çok beğeniyorsun egzantirik şeyleri hemen çantana atıyorsun)!!!…

Kavga kıyamet beni o görüşmeye göndermemek için ellerinden geleni yaptılar. Görüşmeye gideceğim gün annem kapıyı kilitleyerek çıktı gitti evden! Ev ikinci katta, alttaki dükkânla beraber üçüncü kat oluyor. İş görüşmesi için şehirlerarası otobüse binip gidebilmem için yarım saatlik zamanım var. Ve ben evde kilitliyim!

 

Annem beni eve kilitledi!

Yok ama bir şekilde benim bu evden çıkmam lazım, koydum kafaya gideceğim o görüşmeye. Karşı komşumuz yaşlı karı koca, çok tonton insanlardı. Evlerimizin balkonları da aynı hizada, yan yana. İki balkonda da sürgülü camlar var. Klasik Türk geleneği olarak küçük olan balkonu camla kapatıp mutfağa dâhil etmek modası bizim evde de geçerli yani.

Çıktım balkona, sürgülü camı açtım. Yan balkon da aynı şekilde olduğundan camı elimle ittire ittire sürgüsünü açtım. Bizim balkondan komşunun balkona geçtim. Karşı komşunun evindeyim, tıpkı bir hırsız gibi! Yaşlı komşumuz Mustafa Amca nur içinde yatsın, beni görünce irkildi “annem ben uyurken pazara gitmiş, yanlışlıkla da kapıyı kilitlemiş, benim de acil işim var kusura bakma” dedim. Ne deseydim adama? Anam iş görüşmesine gitmeyeyim diye beni eve kilitledi mi deseydim?

Kan ter içinde koştura koştura otogara gittim ve bindim otobüse. Allahtan tam zamanında yetiştim görüşmeye.

Mülakat sıradan, normal olması gibi geçti. Benimle görüşen müdür bey “çok teşekkür ederiz geldiğiniz için, size sonucu daha sonra arkadaşlarımız bildirir” dedi. O anda benim sinirlerim mi bozuldu yoksa eve döndüğümde yiyeceğim azarın ve dayağın korkusu mu sardı nedir bilemiyorum ama başladım müdürün karşısında ağlamaya!

Ama nasıl ağlıyorum hıçkıra hıçkıra görmeniz lazım. Yazık adamcağız da şaşırdı, endişelendi, beni sakinleştirmeye çalıştı. Yok anam durduramıyorum kendimi, içimi çeke çeke ağlıyorum. Anlattım ben de olanları, o görüşmeye gelebilmek için nasıl mücadele verdiğimi tek tek anlattım. Adam gülmeye başladı, nasıl gülüyor ama… O güldükçe de ben daha çok ağlıyorum. “Siz şimdi beni işe almazsanız eve gidince ne diyeceğim ben? Zaten dayak yiyeceğim bari hiç olmazsa evden kaçtığıma değsin!” dedim kendimi tutamayıp. Adam bir kahkaha daha patlattı “tamam kız, aldım seni işe!” dedi. Ben kulaklarıma inanamayıp, doğru mu duydum diye şişen gözlerimi ovuşturdum. “İstanbul’da eğitim var, şurada olacak, şu kadar sürecek. Şu kadar maaş alacaksın, şu arabayı vereceğiz. Hadi hayırlı olsun” dedi.

Ben şok! İşe alındım ve üstelik de babamdan bile fazla maaş alacaktım, hem de araba! Daha ne isteyeyim! Sevinçten eğilip adamın elini öptüm, ay öpmez olaydım emi! Sümüklerim aktı adamın eline iyi mi! Gömleğimle sildim telaşla, o kadar mahcup olmuştum ki şaşkınlıktan bu sefer de koskoca adama sımsıkı sarılıp öpüverdim!

Kapıdan çıkarken adam hala kahkahalarla gülüyordu. Benim için kesin “çatlak bu kız” demiştir eminim.

Eve gittiğimde ne mi oldu? Annem balkonda beni bekliyordu!!! Sokağa girer girmez balkondan bağırdı “nasıl çıktın sen?” diye! Ama ben hiiçç oralı olmadım, duymadım bile. Ağzım kulaklarımda eve girdim, anneme sarıldım “senin sayende bugün işe alındım, şu kadar da maaş alıcam naaberr!” dedim.

Sonrası mı?…. Elbette ki burada bitmedi, neler oldu neler… Devamını da sonra yazayım…

 

 

Evsele…

evsele

 

Mutfakta zaman geçirmeyi, yemek yapmayı çok seviyorum. Geleneksel tariflerle birlikte yeni lezzetler de denemek hoşuma gidiyor. Yemek programlarında gördüğüm tatları kendime göre uyarlayışım çoktur.

Ama en çok annemin tariflerini yaparım. Bence bu en zoru! Çünkü ne kadar denesem de annemin yaptığı gibi olmaz. İlla bir şey eksikmiş gibi gelir, aynı tat olmaz.

Ararım hemen annemi, “bunun içine ne koyuyordun” diye sorarım. Hiçbir zaman ölçülü şekilde yemek yapmayan anneme sorulacak en zor sorudur bu, insana cinnet geçirtir yeminle!

  • “Şimdi anne buna ne kadar tuz koycaz?”
  • “Yaa ne bileyim, ben hiç ölçüyle yapmam ki, hep göz kararı yani…”

Hadi bakalım çık işin içinden çıkabilirsen! Göbeğin çatlar o kararı tutturabilmek için.

Telefonda annemden tarif istemek, en az 2-3 kez dinlemek zorunda kalmaya da yol açar. İlla ki söylemediği bir detay olur. Tencere tavayla havada on parende atsan da annenin yaptığına benzemez yaptığın.

Köfte ya, bildiğin normal köfte işte. Ama annemin yaptığı gibi olmuyor. Her seferinde başka bir şey söylüyor püf nokta olarak. Üşenmedim tek tek not ettim her arayışımda verdiği malzemeleri, hepsi birbirinden farklı. Birinde karbonat var, diğerinde azcık süt, başkasında bilmem ne…

 

Alabildiği kadar!

Onun kendi usulleriyle ve ufak sırları vardır mutlaka. Bütün ölçüler “azıcık”, “birazcık”, “göz kararı”, “alabildiği kadar”, “bi çimdik” gibidir. Delirtir insanı bu ölçüler, telefonun ucunda kendini çimdiklersin.

Ve illa ki “nebati yağ” terimini kullanır, margarin de olsa tereyağı da olsa. “Nebati yağ mı kaldı anne?” dediğimde de terliği yerim mutlaka.

  • “Anne aldığı kadar yazıyor burda!”
  • “Evet işte aldığı kadar.” (anlayamamış olmama şaşırarak)
  • “Peki ne kadar koyayım?”
  • “Aldığı kadar dedim ya!!”
  • “Nasıl anlıycam ben bunun almasının durduğunu, ben koydukça alıyor işte!”
  • “Gerizekalı mısın kızım sen?”

Yemeği tarif ederken de farklı dil kullanır annem, tariften ziyade bu dili çözmek gerekir önce!

  • “Amurlaa biraz yillendirilir” (yufkaları havalandır)
  • “Evsele.” (havalandırarak karıştır)
  • “Göbek attır” (çorba için fokurdasın demek)
  • “Göz göz olsun” (hamur için kabarsın demek)

Ve çoğu zaman da mutfaktayken içine sadist bir ruh kaçtığını düşünmüşümdür.

  • “Sarımsakları başlarından ez!”
  • “Soğanı öldür!”
  • “Patlıcanın karnını deş!”
  • “Kabaan kıçına sok!”

Yemek mi yapıyoruz yoksa Firedi’nin Kabusu’nda mıyız acaba?

 

Annemin tarif defteri…

Anneme gittiğim bir gün mutfağı karıştırdım ve tarif defterini buldum. Buzdolabının üstüne saklamış. İlaç mümessilliğimden kalma, bilmem kaç yıl öncesinin promosyon ajandasının üstüne kocaman yazmış “Hüdoşun Defteri” diye.

İlk sayfalarda benim yazdığım notlar var, kıyamamış onları yırtıp atmaya canım yaa… Sonraki sayfalara özenle kendi el yazısıyla yazmış tarifleri. Sayfanın en tepesine de tarif sahibinin adını yazmış, sonunda “hanım” yazanlar muhtemelen bir komşu gününde yeni tanıştığı kişiler olsa gerek. Okudukça koptum gülmekten…

Bediha’nın saç örgülü çöreği

Ayla Hanım’ın gül böreği

Tahire teyzenin kalburabastısı

Samanyolundaki aşçının tarifi

Eminenin görümcesinin kakaolu keki

Oktay ustanın mantısı

Saydım, tam 17 çeşit kek tarifi var! Ama hepsinin sahibesi farklı. Aralarında ne gibi fark olduğunu düşündüm ve en önemlisi de hangisinin daha lezzetli olduğunu. Takdir edersiniz ki tariften hangisinin daha lezzetli olacağı anlaşılmamaktadır!

İlk sayfaları düzgün düzgün yazılmış olmasına rağmen, ilerleyen sayfalarda çalakalem metodu kullanılmış sayın seyirciler!

Sayfaları çevirdikçe vanilya kokusu duydum. Sayfaların arasında bol miktarda takvimden koparılmış, gazeteden yırtılmış tarifler buldum. Kabartma tozu ve vanilya paketleri de arkasında tarif olması sebebiyle, defter arasına özenle yerleştirmiş annem.

İçinden çay lekeli kâğıt peçeteler de çıktı. Günlerde sehpa üstünde peçeteye yazdığı tarifleri deftere geçirmeye üşendiğinden, defterin içine sıkıştırıvermiş peçeteleri.

Yemek tariflerinin arasında, sayfanın bilumum köşelerinde telefon numaraları da mevcuttu.  Tarif defteri olmuş sana telefon defteri!

Satır aralarında püf noktalar içeren defterde “fırın sıcak olacak”, “şurup sıcak, baklava sıcak olacak”, “karbonata limon sık” gibi ipuçları ilgili tarifin altına yazılmıştı.

Bu defterin illet getiren yanlarından biri de, hangi sayfasında hangi tarifin yer aldığını bilmek mümkün değil arkadaşım!  Tatlılar, tuzlular, yemekler diye ayrı ayrı yazılmamış hiçbir tarif. Tek tek sayfaları aramak zorunda kalırız valla buradan yemek yapacak olsak! Aralara işaret koymamız gerekir yani.

 

Yemeklerin tarihçesi…

Bu deftere baktığınızda Türk hamur işi tarihinin, Selçuklulardan günümüze kadar olan gelişme sürecini gözleyebilirsiniz. İlk sayfalarda yer alan “haşhaşlı pişi”, “mayasız poğaça”, “kete” tarifleri, sayfa sonlarına doğru “zeytinli kek”,”yaban mersinli muffin”, “keçi peynirli mini tart” gibi modernist ve global tariflere yerini bırakıyor.

Sor bakalım “kaç tanesi yaptın, denedin?” Eminim hiçbirini!

Ben deftere gömülmüşken annem girdi içeri, elimden almaya çalışırken okuduğum tarif çığlık atmama yetti!

  • “Ispanaklı kek mi??? Noluyo anneaa ıspanaklı kek yazıyor burda, ne diyo bu yaa!!”
  • “Hııı evet, geçen fıstıklı diye yediğiniz var ya kremalı, üç kilo fıstık koydum yiyin dediğim o işte kızım.“
  • “Ohaaaa…hmm sodalı tepsi böreği. eee bunun harcına 2 yumurta diyor, e hani sodalı olunca yumurtaya gerek kalmıyordu? Ya yumurta yemiyorum ben yaaa, oofff ağzıma da tadı gelmişti yaa annee beeeee!!!”

Hiç dokunmasaydım keşke! Bütün büyüsü bozuldu o kabarık keklerin, çıtır çıtır böreklerin. Karbonhidrat âlemi hepten yalanmış, kandırmacaymış!

Annemden defteri alamadım ama çaktırmadan sayfaların fotoğrafını çektim. Anı olsun istedim, annemin eli değmiş diye. El yazısının yıllar içinde nasıl da değiştiğini fark ettiğim gün, bir başka gözle baktım o vanilya kokulu deftere…

 

 

 

Guduk

guduk

 

Çocukluğunu apartman blokları arasında değil de köyde yaşayanlar bence çok şanslı. Ben de bu şanslı insanlardan biriyim mesela. Tam anlamıyla dolu dolu çocuk olabiliyorsunuz köy ortamında. Dalından domates, biber kopartabiliyorsunuz mesela. Kirazı, elmayı, dutu dalından yiyebiliyorsunuz. Tarlaya ekilirken bir avuç attığınız buğdayın, taş değirmende öğütülüp un haline getirilmesini izleyebiliyorsunuz. El emeğinizle ürettiğiniz o unla ekmek yoğurup, babaannenizin bahçesindeki taş fırınında pişirebiliyorsunuz eğer ki köyde büyümüşseniz. İşte bu yüzden nimete değer verip, ziyan etmeye de korkarsınız çocukluğunuz köyde geçtiyse eğer.

Köy çocuklarının oyuncakları topraktır. Çamuru şekillendirirken hayal dünyasında yolculuk yapmanın keyfi başkadır. Renkli, cicili bicili, lüks oyuncak yoktur belki ama bir yaprak ve küçücük dal parçasıyla şahane oyunlar icat edilir. Hal böyle olunca ilk arkadaşınız da hayvanlar olur genellikle. Benim ilk arkadaşlarım karıncalardı. Cüsselerinden çok büyük yaprakları taşımalarına çok üzülürdüm. Aklımca işlerini kolaylaştırmak ve yardım etmek isterdim onlara. Kibrit çöpüyle incecik yollar kazırdım toprağa, evlerine kolayca gidebilsinler diye.

 

Karıncaları evlat edindim…

Sonra bir gün minnak karıncaları evlat edinmek istedim. “Seni leylekler getirdi, biz de seni besledik büyüttük” demişti annem. Sanırım onun etkisinde kalarak ve leyleklerin yuvalarına ulaşamadığımdan olsa gerek, elimin altındaki karıncaları beslemek ve anne olmak istedim. Yastığımın altına serptiğim toz şekerle besledim onları bir süre. Yatağımın her tarafını karıncalar sardığında annem evi ilaçlayınca yerlerde tepinerek feryadı basmıştım. “Onlar benim bebeklerim, ben annesiyim onların, evlatlarımı öldürdünüz” diye günlerce içimi çeke çeke ağlamıştım. Sonrasında annem beni ikna edebilmek için bu “leylekler getirdi” olayını açmak zorunda kaldı ama daha büyük saçmaladı ve “sen minicikken ben seni yuttum, sen benim karnımda büyüdün” dedi! “O zaman minnak karıncaları yutayım ben de” dediğimde anamdan temiz bir sopa yedim ve benim anne olma hayallerim rafa kalktı böylelikle.

Karıncalarla arkadaşlığım başarısızlıkla sonuçlanınca evimizin bahçesinde tek başıma takılmaya karar verdim. Annem işe giderken beni yan komşumuzun köpeğine emanet ediyordu. “Gel burada otur, ben gelene kadar bekle” diye talimat veriyordu köpeğe. Açıkçası biraz korkuyordum bu bakıcıdan. Devasa büyük bir hayvan gibi geliyordu bana. Kimseyi sokmazdı bahçeden içeri. Yanıma gelmeden bahçenin kapısında beklerken gözlerini bir an olsun benden ayırmazdı Guduk. Kendi kendime oynarken arada göz göze gelip konuşuyordum onunla. Dinliyordu beni ve her söyleneni de anlıyordu. Annem eve gelince Guduk’un başını okşar, ona biraz yiyecek verir ve “hadi git evine” der ve gönderirdi.

Bir keresinde annem taze yumurta almak için babaannemin evine göndermişti beni. Ben kapıdan çıkınca Guduk da arkamdan gelirdi. Sanırım 3 ya da 4 yaşlarında falandım. Babaanneme gidip, kümesteki folluktan sıcacık yumurtaları kendi ellerimle topladım. Hiç unutmam, karpuz kollu bir elbise vardı üzerimde. Minik çiçek desenli, etek uçlarında mavi kurdeleli şirin bir elbiseydi. Eteğimin ucunu toplayıp, yumurtaları kırılmaması için özenle yerleştirdiğimden yavaşça yürüyordum.

 

Guduk…

Köy meydanında hayvanların su içtiği büyük bir çeşme vardı, onun yanından geçiyordum ki bir uğultu duydum arkamda. Çeşmeden su içen kaz sürüsü uçarak koşarak bana doğru geliyordu.  Kanatlarını çırpa çırpa tıslayarak üstüme atladı bütün kazlar. Bacaklarımdan gagalamaya başladılar. Yaklaşık 40-50 kazın ortasında kalmış ve yere düşmüştüm.  Kafamı, kollarımı, bacaklarımı tıslayarak gagalamaya devam ediyorlardı. Sonra birden havlama sesi duydum.

Guduk kazların arasına dalmış, çoğunu ısırmış. Tepemde beni didikleyen kazı da patisiyle kovalamıştı. Düştüğüm yerden beni kaldırmaya çalıştı burnuyla. İlk defa o zaman Guduk’a karşı korkumu yenmiştim. Bana yardım etmeye çalıştığını anlamıştım. Yerden kalktığımda eteğimdeki bütün yumurtaların kırıldığını ve dizlerimin kanadığını gördüm. Acıyan yaralarım için değil de kırılan yumurtalara ağlamaya başladım.

Eve kadar Guduk yanımda geldi, havlaya havlaya annemi çağırdı. Hemen akabinde de köy kahvesinde oturanlar yetişti ve “şu köpek olmasaydı didikleyeverceklerdi gızanı” diye söylendiler. O günden sonra Guduk en iyi arkadaşım oldu. Artık bahçe kapısında değil, yanımda oturmaya başladı.

Yıllar sonra Guduk’un öldüğünü öğrendiğimde içimden bir şey koptu. Çok üzülmüştüm arkadaşıma. Benim korktuğum, devasa büyüklükte sandığım hayvancık meğerse kaniş cinsi bir köpekmiş onu da çok sonraları öğrendim tabii. Keşke Guduk’la bir fotoğrafımız olsaydı be…

 

 

 

Ailenizin radyocusu…

ailenizin-radyocusu

 

Çocukken en büyük hayalim dedektif olmaktı. Gizli kapaklı işlerin peşinden koşan, suçluları yakalayan, ayakkabının altındaki çamurdan ve bardaktaki dudak izinden “katil uşak!” diye şıp diye sonuç bildiren cinsten bir dedektif olmak istiyordum. Nohut rengi uzun pardösünün içinde yürüyen yer mantarı olacağımı anladığımda bu hayalden vazgeçtim.

Ancak suçlu kovalamak ve hak peşinde koşmak için yanıp tutuşuyordum nedense. Pardösü hayallerimi yıkınca ben de polis olmaya karar verdim. 80’li yılların favori dizisi Dempsey and Makepeace’in sarışın afeti Glynis Barber gibi olmak için can atıyordum. Solaryuma girmiş gibi görünen yanık teni, altın sarısı küt saçları ve renkli gözleriyle çocukluğumun ilham kaynağıdır o kadın. TRT’de dizinin yayınlandığı yıllarda gazeteden veya haftalık TV dergisinden çıkan posterini odama asmışlığım da vardır ayrıca.  Tayyör ve seksi kelimelerini yan yana getirebilmiş nadir hatunlardandır. Hele jartiyerine tabanca gizlemez miydi, içimiz giderdi…

Ben Dempsey tutkusuyla polis olma işini iyice kafaya koydum, bizimkilere de söyledim “polislik sınavına gireceğim” diye. Evde kızılca kıyamet koptu tabi! Hırlısıyla hırsızıyla mı uğraşacak mışım, gecem gündüzüm mü olmayacakmış, kelle koltukta mı dolaşacak mışım, kıza tabanca mı yakışırmış… Saydıkları bahaneler bitmedi gitti. Nereden duyduysam “bari masa başı polisi olayım anne!” dedim, belki ikna olurlar diye, onu da yemediler!

 

Patlıcan neden oturtulmuş?

Sonrasında gazeteci olmaya karar verdim. Elime aldığım tarakla ev halkıyla röportajlar yapmaya başladım. “Evet sayın seyirciler bu akşamki mönümüz patlıcan oturtma! Sayın babacım siz bu konuda ne düşünüyorsunuz acaba? Patlıcan ayakta mı duruyor da neden oturtulmuş, fikriniz nedir?” gibisinden kafa açıcı sorularımla beyinlerini pişirdim bizimkilerin. Satın almaya param yetmeyince okul harçlıklarımı biriktirip çarşıdaki sahaftan eski bir daktilo kiraladım. Yaptığım şahane(!) röportajları, sert tuşlarına basmaya gücümün zor yettiği parmaklarımla temize çekip haberler yaptım. Ailecek çok sevdiğimiz, beğenip takdir ettiğimiz ünlü bir gazetecinin evinin önünde bombalı suikastla öldürülmesiyle, hayalini kurduğum gazetecilik mesleği orada bitti benim için. Çünkü hayatımda ilk defa babamı hüngür hüngür ağlarken o zaman gördüm…

İlerideki meslek arayışımda kıvrak bir sapma ile bir anda Mezdeke olmaya karar verdim! Elime geçirdiğim tülbendi yüzüme peçe yapıp “Led bir vele diştiri.. ya el yelil lili lili” diye ortalarda dolaşmaya, itinayla gerdan kırmaya ve kıç sallamaya başladım. Annemden temiz bir sopa yiyince tabi bu hayalim de çok uzun sürmedi!

Bizimkilere göre kadın için en ideal meslek öğretmenlik ve hemşirelikmiş! Çocuk cıyıltısını daha o yaşlarda bile kafam götürmediğinden öğretmenlikten anında vazgeçtim. İğne yapabilme cesaretim de olmadığından hemşirelik yalan oldu böylelikle. Ha tabii bu arada benden habersiz o dönemin en meşhur hemşirelik okulu sınavına beni zorla soktuklarını, kul hakkından ödü kopan annemin sırf bu sınav için araya adam bile koyduğunu ve benim inat edip o sınavda boş kâğıt verdiğimi de atlamayalım lütfen! Sonuç elbette ki değişmedi, anamdan yine temiz sopa yedim!

Okulun veli toplantısında öğretmenimiz “çocuklarınıza seçecekleri meslekle ilgili baskı yapmayın, kendi yeteneklerini ve isteklerini ortaya çıkarın” demiş. Sanki atomu bulmuşlar gibi bizimkiler değişik davranmaya başlamışlardı bana. İlk defa “ne istiyorsun?” diye sormaya başladılar. “Yazmak ve konuşmak” dedim kendimden son derece emin olarak, tabii bizimkiler pek anlam veremediler ve kendi halime bıraktılar beni. Daha doğrusu annem “sanki ağzını bantladık, dil zaten pabuç gibi!” diye çemkirdi elbette.

 

Ailenizin radyocusu geldi…

Öğretmenimden aldığım gazla o dönem yeni kurulmaya başlayan bir yerel özel radyoya başladım. Başıma gelecekleri bildiğimden, öncesinde öğretmene gidip durumu anlattım, bu işi nasıl sevdiğimi ve asla derslerime engel olmayacağını anlattım. Olur ya bizimkiler gider hocaya konuşur, beni vazgeçirmeye çalışırsa diye önlem aldım kendimce. Tam da tahmin ettiğim gibi, annem gidip konuşmuş öğretmenle. Sağ olsun kadıncağız da ikna etmiş annemi.

Hafta sonları iki saat radyoda program yapmaya başladım böylelikle. Küçücük karanlık bir oda ve önümde duran mikrofon! Giriş müziği Balıkesir Çiftetellisi! “İtinayla oynatırız” da sloganım! Nasıl ama? Evde zaten yalnızken, kendi kendime konuşuyordum o yüzden zorlanmadım. Antrenmanlıydım yani! Kendimi ve annemi anlatıyordum genellikle. Çünkü annem nev’i şahsına münhasır nüktedan kadındır, dolayısıyla eldeki malzemeyi kullanıyordum.

Kendi saflıklarımı da söylüyordum elbette. O döneme ait anlattıklarımdan tek hatırladığım şey, “Zeki Müren’e çok acıyorum. O kadar zengin ve şöhretli birisi nasıl olur da bodrum katında yaşar ya?” diye hayıflanıp bunu programda söyleyince, radyonun canlı yayın telefonları kilitlenmişti. Meğerse rahmetli Zeki Müren bildiğimiz Bodrum’da yaşıyormuş! Ah benim saf kafam ya…

Komik olsun diye değil, o an içimden öyle geldiği için konuşuyordum ama millet acayip eğleniyormuş benim programı dinlerken. Bir de yine canlı yayında Madonna ile Maradona’yı kardeş sanıp, “bunların babaları çok şanslı adam ya! Parayı götürüyordur valla!” diyince ben, radyonun patronu kahkahalar atarak stüdyoya girdi ve “kızım sen nasıl bir şeysin? Millet altına işedi gülerken! Böyle devam edersen önümüzdeki ay sana maaş vereceğim!” dedi. Ben de arkasından “hahahaa çok komik sanki! Maaş verecekmiş! Sen önce helâ taşına dönmüş dişlerini temizlettir o parayla!” dedim ve üç saniye sonra stüdyonun kapısı güm diye açılıp, patron girdi. “Çık dışarı, kovuldun!” diye tükürük saçarak bağırdı bana. Ne olduğunu anlamadım o an.

Meğerse mikrofonu kapatmayı unutmuşum ben! Allahım ben öleyim ya gömün beni bu stüdyoya emi!

 

 

Folik asit bebeleri…

apple-ipad-551502__180

 

Çocuklarla aram hiç iyi olmamıştır nedense. Daha doğrusu çocuk konusunda çok seçiciyim. Çocuk seçerim yani! Zıyıl zıyıl ağlayan, şımarık, istediğini yaptırmak için yerlerde tepinen çocuklara hiç tahammülüm yoktur (burada kulağımı çekip tahtaya vuruyorum, Allah muhafaza gibilerinden). Bu tarz çocuklar da zaten beni sevmezler. Çocuğa çocuk gibi değil de yetişkin gibi yaklaşır, konuşurum ben. Öyle agucuk gugucuktan falan anlamam, direkt normal sohbet ederim yani.

Arkadaşımın okula başlamak üzere olan dünya tatlısı bir kızı var. Önlükler, defterler, renkli kalemler gibi tatlı okul heyecanını bir türlü yaşayamadı maalesef arkadaşım. Çünkü onun derdi daha başka! Kızının üstün zekâlı olduğunu düşünüyor nedense. Bacak kadar çocuğa Einstein muamelesi yapıyorlar ailecek. Bu yüzden de kızlarını gönderecekleri okulu seçemiyorlar, öğretmen beğenmiyorlar.

 

Çocuğum üstün zekalı…

“Çocuğun üstün zekâlı olduğunu nasıl anladınız? Testi nerede yaptırdınız?” dedim arkadaşıma. Cevap gerçekten çok tatmin ediciydi! “Ay teste ne gerek var ayol! Çocuk kendini belli ediyor zaten, görmüyor musun?” dedi. “Nasıl yani?” dedim safça, “nasıl anladınız peki çocuğun zekâ seviyesini?” diye sordum. Kendimden de şüphe ettim bu arada, çocuk sahibi olmadığımdan belki de bilmediğim şeyler vardır diye düşündüm.

Minik kız evet çok tatlı, akıllı ama ben daha önce hiç üstün zekâlı bir çocuk görmediğimden aradaki farkı bilemiyorum doğal olarak. “Yaşıtlarından erken mi konuşmaya, yürümeye başladı?” dedim, “yok canım geç yürüdü bizimki” dedi arkadaşım.

Kızla sohbet ettim birazcık, normal yaşıtları gibi çocukça konuşuyor. Kelimeleri düzgün kullanarak akıcı halde cümle kurması da yok çocuğun. Öyle bilimle sanatla müzikle de ilgilendiği yok. Odasında bebekleriyle evcilik oynuyor, bebeklerini birbirleriyle dövüştürüyor. Arada canı sıkıldığında koltuk tepelerinde zıplıyor falan. Tamam, ben de bu konularda uzman değilim neticede ama bu kız bildiğin normal çocuk yani! Öyle üstünlük bir durumu yok.

“Ay arkadaşım sakın yanlış anlama ama senin kız pek normal görünüyor. Yani yaşıtları gibi bir kız çocuğu işte. Siz nasıl kanaat getirdiniz üstün zekâlı olduğuna?” dedim tekrar, merakıma yenilerek. “Aa üstüme iyilik sağlık! Olur mu hiç öyle şey ayol! Bizim kız acayip meraklı ve yetenekli. Telefonu tableti ver eline, şıp diye şifresini falan çözer oynamaya başlar. İnterneti senden benden iyi kullanıyor. Hoşuna giden müzikleri, oyunları, çizgi film videolarını Youtube’dan şakk diye indiriyor. Ben bu yaşımda bilemiyorum, beceremiyorum ayol akıllı telefonu kullanmayı ama o yapıyor. Kesin üstün zekâlı benim kızım!” dedi. “Nasıl yani? Çocuğun üstün zekâlı olduğuna, cep telefonu kullanmasından mı anladınız?” dedim duyduklarıma emin olmak için! “Herhalde yani!” dedi, son derece kendinden emin halde!

 

Bunun kıçında kurt var!

Konuyu hiç uzatmadan kestirmeden kapattım. Çünkü zamane anneleriyle bu konularda tartışmaya gerek yok çünkü ikna edemezsin! Anında 5 panter gücüne bürünüverirler. Eskiden duvara tırmanan, koltuk tepelerinde karate yapan, yerinde durmayan çocuğa “bunun kıçında kurt var” denilirdi, şimdi bu yaramazlığın adı hiperaktivite oldu! Telefon, tablet, bilgisayar, internet kullanmakla üstün zekalı olmuyor çocuklar bunu iyice öğrenin artık. Siz kendi çocukluğunuzla kıyaslamayın zamane çocuklarını. Şimdikiler folik asit bebesi ayol! Analarımızın zamanında folik asit mi vardı sanki? Ayrıca teknolojiyi iyi kullanıyor diye aferin manyağı yapıp şımartmayın çocuklarınızı. Tam aksine, kafasını tabletten kaldırmayan, bilgisayar oyunlarının müptelası olan çocukların sosyal becerileri çok zayıf oluyor. Şakır şakır oyun indiren, oynayan çocuk arkadaşlarıyla oynamayı, paylaşmayı beceremiyor nedense! İki kelimeyi bir araya getirip doğru düzgün cümle kuramıyor ayol bu çocuklar, siz hangi üstün zekadan bahsediyorsunuz acaba?

Bilgi çağındayız, elbette ki teknolojiden uzak kalmak mümkün değil. Çocuğu ne kadar uzak tutmaya çalışsan da okulda arkadaşlarında görüyor ve istiyor. Engel olamıyorsun bir bakıma. İyi güzel ama çocuğu sadece teknolojiyle oyalamak ne derece doğru? Kitap okuma alışkanlığını edindirmek anne babalara düşmüyor mu? Çocuğun en büyük serveti hayal kurmak değil midir? Hayal dünyasını geliştirecek kitaplar, hikâyeler, masallar tedavülden mi kalktı? Şimdikilerde maalesef varsa yoksa savaş silah vurdulu kırdılı temalı oyunlar! Hayır anacım oyunlar da bir şeye benzese bari, militan klanları yetiştirme kursları sanki!

 

Heyy yavrum heyy…

Bizim zamanımızda yoktu böyle teknoloji, belki de o yüzden garipsiyoruz. Bizim bildiğimiz tek teknolojik alet Commodore 64. Du yuu nov comodore?? İnternetsiz çocukluk yaşayanların şahı da MIRC. Connected bağlanma sesini ve kalpteki ritim hızlanmasını kaçınız hatırlıyor acaba? ASL ( age-sex-location/ yaş-cinsiyet-şehir) sorusuna kaçınız doğruyu yazdı hımm söyleyin bakalım? Yakışıklı76, Karizma, BabyFace, SertAdam, Koba69 gibi akılara ziyan “nick name”ler ve muhabbettin koyuluğuna göre buluşma randevuları! Heyy yavrum heyy… Zamana bak ya…

Bizim çocukluğumuzda ana babamız okulda öğretmene teslim ederken bizleri “eti senin kemiği benim hocam” derlerdi. Dersi dinlemeyip sıra arkadaşımızla kikirdedik diye cetvel mi yemedik ellerimize, kulak memelerimizden mi çekilmedi! Evdekilere söylediğimizde de “oh olsun ellerine sağlık hocanın az bile yapmış, dinleseydin dersini!” diye bir de evdekilerden dayak yerdik.

Şiddete karşıyız elbette ama bizim nesil çekinirdi öğretmenlerinden, saygı duyardı büyüklere. Okul haricindeki zamanda bile bir öğretmenimizi yolda görsek ceketimizi ilikleyip selam verirdik. Şimdikiler gibi hocaya diklenmek falan namümkün! Şimdi bir öğretmen olarak sıkıyorsa çek bakalım öğrencinin kulağını! Velisi seni rezil eder, okuldan attırır valla seni.

Şimdikiler çocuksa biz neydik acaba? Napalım yani, bizim zamanımızda Pokemon Go vardı da biz mi oynamadık?

 

 

 

Rüzgar’ı Yalan…

Yalan_ruzgari_dizis

 

Eski filmler…

Eski filmleri izlemeyi çok severim. Abartmıyorum, belki 150 defa izlediğim filmler vardır.

Her izleyişimde  yarılarak güldüğüm, repliğini ezberlediğim sahnelerinde salya sümük ağladığım filmleri tekrar tekrar izlemekten zevk alıyorum na’piimm…

19 saat boyunca yerimden hiç kalkmadan, kıçım uyuşarak filme sarmışlığım vardır.

Bir nevi terapi aslında benim için bu durum. Kafa boşaltmaya birebir. Kendimi eve kilitleyip, telefonu da kapatıyorum, açıyorum filmlerimi oohh keyim ve ben…

Geçen gün yine böyle evdeyim… Ne izlesem acaba diye bakınıyorum…

Aaa bi baktım eski diziler… Aaamaann dedim önce, sonra Yalan Rüzgârı’nı gördüm…

Çocukluğumuzun dizileri onlar yaa…

Zenginler de Ağlar vardı. O bitti Yalan Rüzgârı başladı, dün gibi hatırlıyorum.

TRT2’deydi ilk zamanlar…

Katherine Chancellor vardı, cadı kadın yaa, upuzun tırnakları vardı…

Nikki Newman ne ağlaktı be…

Victor Newman sert adamdı bak.

Paul Williams aahh sarışın mavi gözlü yakışıklı adam, sarışın tutkum senden ötürü Paul!

Ashley Abbot’un sevişmediği adam kalmadı koca dizide…

Jill Foster ııyyhhh ne uyuzdu yaa…

Brad Carlton karizma adamdı, hatunlar yarışıyordu onun için…

Christine Blair Williams sarışın avukat hatun, kikirik bir şeydi ve uyuz olurdum ona çünkü benim sarışın Paul’umun karısıydı O!

John Abbot tam bir İstanbul beyefendisiydi valla, bütün hatunların deliliklerine iyi dayandı be adam helal olsun!

Nina vardı bir de, hafif çatlak ama eğlenceli kızdı…

Gina Romalotti diye kötü kalpli bir kadının pençesine düşmüştü Nina…

Ahh ahh eski günler… Ne severek izlerdik..

 

 Çavuş Dedem…

Yalan Rüzgarı’nı görünce aklıma dedem geldi. Çavuş Dedem.

Allah rahmet eylesin, nur cennet mekânı olsun dedeciğimin…

Uzun boylu, sert mizaçlı, kale gibi bir adamdı dedem.

Takım elbisesiz hiç görmedim O’nu.

Gece evde dolaşırken bile kravatı boynundaydı daima.

Prensipli adamdı. Bakışı, sesi deler geçerdi insanı.

Bembeyazdı yüzü. Çook bakımlıydı çook hem de.

Namazında niyazında bir adamdı.

Ütüsüz gömlek ne mümkün! Jilet gibi gezerdi.

Pamuk gibi saçları vardı, ince tarağıyla özenle tarayıp, avucunun içine limon sıkardı saçına sürerdi jöle niyetine.

Eski Osmanlıca tarzında konuşurdu hep. “Efendime söyliim… Niiçünn..” ne demek bilmezdim ama hep O’ndan duyardım küçükken…

Yazısını okuyana aşk olsun! El yazısıyla Atatürk gibi yazardı valla…

Kanının son damlasına kadar Atatürkçüydü hem de!

Sert adamdı ama çok da makara biriydi. Şakacıydı çok…

Keyfi yerinde olsun yeter ki, taklitlerine şakalarına ölürdün gülmekten.

Haa bi de feci derecede asabiydi. Birden parlardı rahmetli.

Sinirlendiğinde acayip küfrederdi. Değişik küfürleri vardı.

Annem çok kızardı O’na; “Yaa babacım yapma deme öyle ayıp değil mi” dese de annem, alevlendi mi bi kere Çavuş Dedem’i durduramazdı kimse…

Dedemin küçücük bir bakkal dükkânı vardı eskiden. Evi ile bitişikti dükkân.

Evin odasının bir camını açardı, içeriden televizyonu izlemek için.

Yalan Rüzgârı’nı çok severdi dedem.

 

Kaltak Loorınnn….

Dizi başladığında, hele ki heyecanlı bir bölümse, gelen müşteri ne sorarsa sorsun yok derdi.

Süt sorana yok, yumurta sorana yeni bitti, ekmek sorana daha gelmedi derdi…

Camdan diziyi izlerdi…

Ben de O’na yardım ederdim bakkalda.

Ben bakkal dükkânında terazide yoğurt tartmaya çalışıyorum o sırada.

Kabın darasını almak tam bir işkence halindeyken dedemin sesi geldi dışarıdan… “Kaltakkkk Loorınnnn… Pezevenkk Vikkkrırrrrr…. Goodoşşş Vıkktırrrr…..!!!!”

Müşteriler neye uğradığını şaşırdı, herkes birbirine baktı!

Ben zaten bıdık bir şeyim, boyum tezgâha bile ermiyor!

Ortamı sakinleştirmeye çalışıyorum o halimde…

Dedem girdi bi hışımla içeri… Yüzü kıpkırmızı olmuş sinirden…

Elinde ekmek ve sigarayla meraklı gözlerle bakan müşteriye döndü “Bakınız beyefendi…. Yaaaww miirimm!! Bu Eşşlii var yaa Eşşlii tam bi oorroosspuu….!!” dedi!

Millet koptu gülmekten…

 

 

Benim de gözlerimden yaş geldi be dedem…

Nur içinde yat emi…

Haa bu arada sana bir haberim var Çavuş Dedem. Yalan Rüzgârı hala Amerika’da devam ediyor.  Ama kötü bir haberim var sana, Katherine Chancellor geçen sene ölmüş kadıncağız! Sen orada denk gelirsen artık selamımı söyle…