Doğum Kontrol Hapı…

Zamanı durdurmak istediğiniz oldu mu hiç?

O anda dünya dursun ve sadece siz olanların farkında olup, kalan herkes donsun istediğiniz mi mesela?

Geçen gün tam da böyle oldu bana. Belki de hayatımın en saçma sapan anını yaşadım.

Çok yoğun ve yorucu günün ardından eve gelip dinlenmeyi hayal ederken, günlük koşturma mesaimin bitmediğinin farkında değildim maalesef.

4 buçuk yaşındaki oğlumun, evde deneysel çalışma yapası tuttu! “Uçan vişne suyu yappççaaamm” diye yırttı kendini.

Ben de verdim eline bir kutu vişne suyunu. Uçan vişne suyu ne demek bilmediğim için, açıp içecek sandım saf gibi. Açtı kutuyu, bardağa doldurdu ama iyi güzel derkeenn!!!!

Vişne suyu dolu bardağı havaya fırlattı!

Al sana uçan vişne suyu!

Hem söylenip hem halı koltuk silmeye başladım o sinirle. Sildikçe dağıldı, daha çok delirdim.

Bir buçuk saat halı sildikten sonra belim bırkım kopmuş halde mutfağa girdim ertesi günün yemeğini yapmak için. Yemekleri yaptıktan sonra yoğurt mayalamak için süt kaynatmaya başladım.

O sırada oğlum atçılık oynayalım dedi, iyi dedim kırmayayım çocuğu. Ben at oldum, o sırtıma bindi dıgıdık dıgıdık gezdik evde.

“Bu pis koku ne?” diye sorunca sırtımdaki matador, ocaktaki sütü unuttuğumu fark edip canhıraş halde mutfağa koştum. Süt taşmış!

Ama ne taşmak… Yer gök süt deryası….

Afrodip gelip mutfak tezgahına uzansa en şahanesinden süt banyosu yapar yani… Neyse mutfağı da temizle pakla derken bende pil bitti.

Çocuğu uyutup bir kahve yaptım kendime. Kafam o kadar dolu ki bir şeylerle meşgul olmam gerekiyor rahatlamam için.

Yaktın beni menekşe…

Gözüme orkidelerim ve menekşelerim ilişti. Bakım yapma zamanı gelmişti. Saksılarından tek tek özenle çıkartıp, köklerini temizledim. Yaprak ve kök bakımı yaptım.

Topraklarını değiştirdim. Muz kabuğu, yumurta suyundan oluşan özel hazırladığım bakım suyunu ekledim yavaş yavaş.

Ama en önemli malzeme yok! Doğum kontrol hapı yok.

İlaç dolabına baktım yok, çekmeceye baktım yok. Menekşeler için şahane vitamin oluyor doğum kontrol hapı. 1 tane hapı havanda güzelce ezip un haline getirip suda eritiyorum. Tüm çiçekli bitkileri acayip coşturuyor. Yarın eczaneden alırım diye içimden geçirirken telefon çaldı.

Arayan eski eşim, oğlumun babası.

“Çocuğun vitamini bitti demiştin, yarın eczaneden alacağım. Başka istediğin bir şey var mı?” diye sordu.

“Doğum kontrol hapı alır mısın?!” dedim!!!!!!!

“Doğum kontrol hapı alır mısın?!” dedim!!!!!!!

“Doğum kontrol hapı alır mısın?!” dedim!!!!!!!

“Doğum kontrol hapı alır mısın?!” dedim!!!!!!! (yazıda hata yok ey okuyucu! Bu tekrar eden cümle, o andan benim beynimde yankılandı!)

BEN NE DEDİM!!!

NE DEDİM BEN!!!!

BEN KİME NE DEDİM!

Ayyy yaaa öleyim ben yaaaa!

Off yaa yer yarılsın da magmanın taaa dibine gireyim ben yaaa….

Allahım çok afedersin ama neden benim beynimle ağzımın arasına süzgeç koymadın çok pardon da!!!!

Şimdi açıkla bakalım bu adama doğum kontrol hapını!!!!

İki üç saniye sessizlik oldu telefonda haliyle.

O üç saniye benim için çooookkk uzundu yemin edebilirim.

O anda ağzımdan çıkan o cümleyi elimde hooop diye tutup yok etmek istedim.

Elon Musk’ı arayıp “kardeşim Allahını seviyorsan şu zaman makinesini icat et artık rica ediyorum valla çok müşkül durumdayım şu anda” diye saydırmayı da düşünmedim değil o anda, ama Elon Musk’ın numarası bende yoktu.

NE DEDİN SEEN???

Diye gürledi telefonun ucundaki şahsiyet!

Aman yaa sanki sülalesine küfrettik offf!

 “Ay ne bağırıyorsun ayol, çiçeklerin topraklarını değiştiriyorum. Vitamin olsun diye doğum kontrol hapı koyuyorum ama evde kalmamış.” Dedim.

Sıvadım!!!! Bir güzel mum diktim üstüne….

Daha çok celallendi!

Zeytinyağı gibi üste çıkma taktiğini denedim, yemedi!!!

Baktım olacak gibi değil, iş kavgaya dönecek “ayy ne uzattın ya, gerçeği anlatıyorum işte. İnanmazsan inanma! Kendime lazım olsa senden mi isterim!” dedim, sustu!

“Harbiden geri zekalısın sen!” dedi ve kapattı telefonu.

Adam haklı. Eski kocadan doğum kontrol hapı mı istenir?! Sonra açıkla bakalım yok çiçek içindi yok falandı filandı.

Tıp bana da bir çare bulacak eminim…

Yanımda Duruyoo…

O kadar çok şanslıyım ki şükürler olsun, annem gibi bir neşe kaynağım var. Karadeniz kadınıdır annem, acayip zeki, hazır cevap, hafif atarlıdır kendisi.

Neşesi boldur, çokça da eğlendirir lakin bunu bilinçli olarak yapmaz. Yani “şöyle bir espri yapayım da millet gülsün” demez asla, aksine çok ciddidir.

Karadeniz’in huyundan mı suyundan mıdır bilemem ama oranın insanı çok zeki olduğu kadar, akıllarının durduğu bir an vardır. Hah işte o anlarda annem şahane ötesi oluyor.

Geçen akşam beni aradı annem. Telefonda nasıl bağırıyor, nasıl sinirli görmeniz lazım. Neye sinirlendiğini de bilmiyorum, anlamaya çalışıyorum o sırada. Diyalog aynen şu:

Annem:         Fırlatıp atıcam şu telefonu!

Ben:               Ne oldu anne, hayırdır?

Annem:         Telefona bi haller oldu, yazılar çıkıyo ekranda. Okuyamıyorum da!

Ben:               Ne yazıyor ekranda?

Annem:         Ay ne bileyim! Telefonumu dinliyorlar!

Ben:               Saçmalama anne yaa, kim neden dinlesin seni?

Annem:         Hem dinliyorlar hem de yanımda duruyorlar!

Ben:               Kim duruyor yanında anne? Babam mı?

Annem:         Ay bırak babanı ya, içerde o, açmış televizyonun sesini sonuna kadar, ev oldu ana haber stüdyosu!

Ben:               Kim o zaman yanındaki anne? Komşu mu geldi?

Annem:         Yok komşu değil, yanımda duruyomuş ama ben göremiyorum!

Ben:               Yakın gözlüğünü taktın mı sen?

Annem:         Asslııııııı!!!! Sıçtırtma bacana! Bunak mıyım ben!

Ben:               Yok annem estağfurullah da anlayamadım ben. Kim var yanında?

Annem:         Kimse yok işte ama yanımda duruyo!

Ben:               Tövbeler olsun anne korkutma beni üç harflileri mi gördün yoksa sen?

Annem:         Selamün kavleeennn öyle değil ya!

Ben:               Eee ne peki anne? Tansiyon ilacını içtin mi sen?

Annem:         Şuna bak heleee! Sıçtığım bok benimle dalga geçiyo!

Ben:               Ya anne ne alakası var ya, ne dediğini anlamıyorum!

Annem:         Yanımda duruyomuş işte ama ben göremiyorum!

Ben:               Işınlanma icat edildi de ilk sende mi deniyorlar nedir yani?!

Annem:         Eşşeğin ayaaaa Aslı emi! Dalga geçme benimle!

Ben:               Kim duruyo yanında be kadın delirtme beni!

Annem:         Telefonun ekranında yazıyo işte “Yanımda Duruyo” diye!

Ben:               ppuuaaahhaaaaa hahahhahahahhahaaa….

Annem:         Çaattttt!!!! (telefonu kapattı!)

Koptum….. Gülmekten konuşamadım…

Yerlere yattım kahkahalar atarak.

Jeton geç düştü bende ama olayı anladım sonunda.

Annemin GSM operatörünün bir uygulaması var, adı “Yanımda”

Annem artık nereye bastıysa bilemiyorum, uygulamanın ayarlarını bozmuş.

Ekranda da “Yanımda Duruyor” yazıyor.

Aradım hemen komşumuzu durumu anlattım.

“Annemin telefonundan o uygulamayı kaldır, telefonu temizle” dedim.

Sağ olsun halletmiş çocuk.

Sonra annem aradı beni “Aslıııı söylemedin dimi benim dediklerimi?

Rezil olmayayım konu komşuya!”

Annem sen çok yaşa emi….

Aklıma geldikçe hala gülüyorum: YANIMDA DURUYO :))

Anna Karantinaaaaa…

Cama çıkıp “imdaaattt!” diye bağırasım var yeminle.

Adına tükürdüğümün coronası geldi bizim jenerasyonu buldu milyar yıllık dünyada.

Yok Çinlinin biri yarasa mı yemiş (zıkkımın kökünü yiyeseciler), yok bu virüs labroratuvarda mı üretilmiş diye araştırmaktan her birimiz bilim kurulu üyesi kıvamına geldik.

Hayır yani bu illetin çıkış sebebini bulsak ne olacak ki? Ölen binlerce insanı mı geri getirecek yoksa bizim domestik sendromumuzu mu çözecek?

 

Tıkıldık kaldık işte haftalardır evlere!

Kimseciklerle görüşmeden ev içinde dipdipe yaşıyoruz kafese konmuş sirk maymunları gibi.

Yetmiş yaşındaki anam bile öğrendi vatzapdan görüntülü konferans konuşmasını. Ekran karpuz gibi dörde bölünüyor anam-babam-kardeşim-ben konuşunca. Bir de gözler iyi seçmediğinden telefonu yakınlaştırdıkları için, anamın babamın burnuyla konuşuyoruz ister istemez!

Çöp poşetinden kürdana kadar her şeyi internetten sipariş verir oldum ben de herkes gibi. Markete gitmeye korkuyorum çünkü. Son verdiğim siparişi alışveriş sitesi yoğunluktan üç partide gönderebildi.

Yarım saat sonra kargocu tekrar geldi, elindeki şeffaf poşeti iteleyerek “abla pedi de şimdi gönderdiler” dedi, rezil oldum adama.

 

Baktım ki bu işin sonu yok!

Giydim Ninja kıyafetimi, ağız burun eller saç baş kapalı, tek göz ortada ya Allah dedim gittim markete. Bir elimde dezenfektan şişesi bir elimde mendil, sosyal mesafenin tillahı ile aldım ihtiyaçlarımı geldim kasaya. Kredi kartı ile temassız ödeyerek hemen dışarı attım kendimi. Kontağı çalıştırmadan bankadan mesaj geldi “bu ayki market harcamanız geçen aya göre fazla!” Haddiiii caanımmm ciddi misin dedim ekrana bakarak!

Arabanın bagajına özel tek kullanımlık hasta yatak bezi sermiştim zaten, market poşetlerini üstüne dizdim. Eve çıkartınca balkonda attım aldıklarımı. 8 saat havalandırdıktan sonra eldivenlerimi maskemi takıp her ürünü tek tek domestoslu suyla köpükledim.

Kendimi öyle bir kaptırmışım ki un paketi suyu yiyip de çamur gibi olunca “aaaa yetti gari” dedim fırlattım elimdekini.

 

Dışarı çıkmak ayrı bir sorun, eve girmek apayrı bir sorun!

Kapıda soyunmaya başlıyorum tepeden tırnağa eve girmeden. Ayakkabılar gariplerim çamaşır suyuyla yıkanmaktan ağzı yüzü kaydı, ya hayret bir şey!

Evde her gün bir şişe çamaşır suyu bitiyor. Kapı kolu, tuvalet, lavabo, yerler, kapı pervazı, perde kornişleri, bulaşık makinesinin kapağını açınca altta kalan kısmı, dolap içleri, çekmece alt tabanları, duvarlar aklına neresi gelirse artık…

Ev ev değil bildiğin Hacı Şakir kalıp sabun üretim tesisi gibi kokuyor mübarek.

 

Bi taharetlenmediğimiz kaldı domestosla!

Onu da düşünmedim değil ama tırstım alerji olurum falan diye. Bi de bu şartlarda hastaneye de gidemem. Hem gitsem ne diyeceğim? “Doktor bey ben kıçımı domestosla yıkadım” desem adama beni doğruca psikiyatriye gönderir yeminle!

En doğal çözüm olarak beyaz sirkeyi sulandırıp yıkadım her yerimi.

Azcık turşu gibi kokuyorum sanki bana öyle geldi de bilemem tabi. Şu karantina döneminde koklatacak kimsem de yok ki test edeyim kokuyor muyum diye.

Bu duruma çare olarak 3 yaşındaki oğlum Kemal Ata yetişti imdadıma. “Kokla bakim annecim beni” dedim. Benim bıdık güzel şeye “çikolata gibi” diyor çünkü. Bi kokladı beni “iiyyyyyennççç” dedi ve ben ondan sonra bıraktım sirkeyle yıkanmayı. Sonra bastım kendime kolonyayı, diktim şişeyi tepeme boca ettim her yerime.

 

Oldum size Eyüp Sabri Tuncer!

Çakmakla yaklaşsan yanacak kıvamdayım sürdüğüm kolonyadan o derece yani. Zaten deterjanlardan ellerim çatlamıştı, bir de bu dezenfektan ve kolonyadan dolayı ellerim ve bütün vücudum egzamaya bağladı iyice. Hatır hatır uyuz kediler gibi kaşınıyorum, her yerim kabardı halı gibiyim. Bir de öylesine tatlı tatlı acımtırak yanma hissi var ki off evlere şenlik!

Benim gibi temizlik hastası bir başak kadını için yemin ediyorum işkence gibi bu karantina.

Temizlik ürünü ve aleti olarak internetten her gördüğümü aldım. Çok beğendiklerimi şimdiye kadar neden akıl edip de almamışım diye hayıflandım. Ama itiraf etmeliyim ki çok sinir olduğum ve büyük hayal kırıklığı yaşadığım cam silme aparatı tam bir fiyasko çıktı.

Üçgen şeklinde, cama içten ve dıştan yapışan mıknatıslı bir alet. Nasıl da sevinmiştim oysa “ohh bununla her gün camları silerim artık” diye düşünmüştüm.

Bir boka yaramadı anacım! Mıknatıs camı tutmadı. Bin kere denedim ama olmadı, attım çöpe. Ürünü aldığım siteye döşendim tabi o sinirle, şak diye engeli bastılar bana!

Evi yeri temizlemekten helak olan ellerime bakımlar yapmaya başladım. El, yüz, saç, bacak orası burası derken bildiğin Banu Alkan modunda dolaşıyorum evde.

Saçımda havlu, üstümde bornoz, bacağıma bilmem ne kremi, yüzümde falanca maske… Havuz kenarına parmak ucumun ilk boğumuyla basarmış edasıyla salondan mutfağa geçiyorum görmeniz lazım.

En son geçen gün Kemal Ata yüzümdeki altın maskeyi görünce “çohh saçma bişi bu” dedi ve bana örümcek adam oyuncağını fırlattı. Neymiş efendim örümcek adam olmuş ve benim yüzüme ağ atmış! (Ağ da altından yalnız dikkatinizi çekerim!)

Örümcek adamla konuşmalar, Hulk’la sohbet etmeler, Pijamaskeliler’le yemek yemeler, Heidi ve Peter’i şirret Teressa’ya karşı uyarmalar, Rafadan Tayfa’daki Hayri’ye “az ye!” diye çıkışmalar…

Ben şu anda oyuncaklarla ve çizgi film karakterleriyle bildiğiniz sohbet ediyorum ciddi ciddi!

Banyoya elimi yıkamaya giderken Bulmaca Kulesi’ndeki Aslı ve Mert gibi dans edip şarkı söylüyorum “hadi güzel arkadaşım elini yıka” diye.

Normalim dimi??!!!

Sevgili Kaçırma Rehberi

odun adam

 

Yazının başlığını yanlış okumadınız, evet bu bir sevgili kaçırma rehberi.

“Nasıl yani?” diyenler için ön bilgilendirme yapayım; nasıl sevgili bulunurla ilgili milyonlarca yazı ve yöntem vardır ama bulduğun sevgiliyi tez zamanda kaçırtabilmek için yazdım bu yazıyı.

Mevcut sevgilinizden bir türlü ayrılamıyorsanız hiç üzülmeyin, okuyun yazdıklarımı ve uygulayın, iki güne kalmaz terk edilirsiniz kontigaranti!

Ayrıca henüz sevgiliniz yoksa ve bir gün bulurum diye umudunuz varsa, binbir uğraşla bulduğunuz adamı/kadını elinizde tutmak için bu okuduklarınızı kesinlikle yapmayın derim.

 

Bu yazıyı kimler okumalı?

Bence bu yazıyı en çok gençler okumalı. Ergenler, yeni yeni manitacılık işlerine girenler okusunlar.

Hatta anneler özellikle erkek çocuklarına okutmalı bu yazıyı çünkü ağaç yaşken eğilir anacım! Okuyun ve öğrenin nasıl davranılmaması gerektiğini.

Not: Oğlu olan anneler, bazılarınızın adını tek tek yazıyorum buraya! Yazıyı okuyup bana haber verin ona göre…

Banu, Bahar, Ayşegül, Arzu, Nisa, Esra, Tuğba, Deniz, Derya, Ebru, Nevin, Efser, Ceren, Aslı, Özgen, Saadet, Meral, Songül, Zeynep, Gülay, Kamuran, Semra, Sinem, Cansu, Nükhet, Ayça, Mine, Hande, Çiğdem…

Annaaa…. Abbaaooovvvv.. Ne çok kaynana adayı arkadaşım varmış benim! Üstelik de ilk aklıma gelen isimler bunlar! 1.Kaynana Konseyi toplayacak kadar erkek anası tanıyormuşum ben meğer!

Karar sizin…

Aslında bir yemek tarifi gibi düşünmek lazım bunu. Gerekli malzemeler listesi ve yapılış şekli, pişirme yöntemi ile nasıl ki yemek tarifi oluyorsa işte aynen bu yazdıklarımı okuduğunuzda ve de uyguladığınızda, bir adamı ya da kadını hayatınızdan çıkartabilirsiniz.

Emin olun ki bunları yaptığınızda hayatınızdaki insan sizden koşa koşa kaçacaktır. Tercih size kalmış canlar…

 

Haydi başlıyorum? Hazır mısınız gencolar?

Evet, önce lazım olan bir adet uygun ebattaki sevgiliyi temin edin. Artık onu nasıl yaparsınız bilmiyorum, bulun işte!

Arkadaş ortamınızdan mı yardım istersiniz, sosyal medyadan mı medet umarsınız, telefon defterinizi mi karıştırırsınız, yokluktan fanfinifinfon sitelerine mi bakarsınız bilemem gari!

Bulduysanız şimdi onu koyun bir kenara, azcık dinlensin, sıcağı gitsin.

İlk muhabbet girişimini yapıp, en tatlı ve şirin maskeni taktıysan, arzular şelale kıvamına geldiysen hah işte dur ve bu yazdıklarımı oku!

 

Dışarıda hesap ödeme kastırmacası!

En baştan peşinen söyleyeyim, hesabı hep erkek öder gibi saçmalıkları geçin! Kimsenin kimseyi besleme yükümlülüğü yok! Ayrıca bu çok ayıp bir şey bence.

Ne münasebet kardeşim? Benim yediğimi içtiğimi neden yanımdaki adam ödesin? Benim param yoksa cebimde, dışarı çıkmam zaten bu kadar basit.

Erkekleri ATM gibi gören kadınlardan nefret ederim. Böylelerinden olmayın rica ederim!

Haa adam centilmenlik yapıp hesabı ödüyorsa (bunun da adabı vardır, yazacağım şimdi) kibarca teşekkür edin ve kahveyi de siz ödeyin hanımlar. Vantuz gibi, kene gibi tiplerden olmayın lütfen. Kibarlığın, nezaketin her zaman geçer akçe olduğunu da unutmayın.

Yemeğinizi yediniz, sohbet şahane… Sıra geldi hesabı istemeye.

Beyler lütfen çok rica ediyorum garsona ıslık çalmayın! “Hoouupp” diye seslenmeyin! Bilader, kardeş, hacım, başgan gibi varotik kelimelerle garsonu çağırmayın!

Yanındaki adam garsonu böyle çağırıyorsa hemen uzaklaş oradan bacım! Bak çok net söylüyorum, bu Kastamonu kerestesinden bi halt olmaz!

Masaya gelen adisyon defterini açıp, sunum dosyası inceler gibi incelemeyin! “Biz kaç su içtik?” diye soruyorsa biri, onun kibarlığından da bonkörlüğünden de şüphe duyun!

Hesap ödeme konusunda kararlı tavır sergileyin ama bunu abartmayın tabi. Adisyonu çekmeler, karşısındakine kaptırmamak için hamleler yapmalar, eline vurmalar, “senin paran burada geçmez” demeler…. Sakın ha! Yan masalarda oturanlara güldürmeyin kendinizi.

Kibarca izin isteyip kalkın masadan, tuvalete gidermiş gibi yapın ödeyin hesabı yada masaya gelince adisyon, sakince verin kredi kartınızı bitirin işi. Artistliğe lüzum yok.

Benzer durum sevgilinizle birlikte gittiğiniz market alışverişinde de geçerli. Kasaya gelmeden cebinizde hazırlayın parayı ve şak diye uzatın kasiyere. Böylece polemik yaratmamış olursunuz. Elinde kredi kartını emanet gibi tutan zibidi varsa yanınızda yine uzaklaşın oradan!

 

Tatil zamanı…

Sevgilinizle her şey yolunda gidiyor çok şükür ve birlikte hafta sonu kaçamak yapmak istediniz. Tüm haftanın yorgunluğunu atmak, birlikte keyifli bir gün geçirmek istediniz. Aman ne şahane… Nereye gitmek istediğinize ortak karar verin lütfen.

Deniz kenarı olsun, akşam kumsalda yürüyüş yapalım gibi romantik hayalleriniz “Silivri’de bizim yazlığa gideriz!” gibi beyin baltalayıcı bir dâhiyane(!) fikirle son bulmasın mümkünse.

Çeşitli internet sitelerinin hafta sonuna özel kampanyalarından faydalanmak isterseniz eğer, o sitedeki fiyatlara dikkat edin! Bilmem kaç liradan başlayan fiyatlarla ibaresini iyi okuyun. İnternetten görüp beğendiğiniz oda ile otele gittiğinizde kalacağınız oda aynı olmayabilir çünkü.

Ve en önemlisi bu tarz durumlarda rezervasyonu yapmak erkeğe yakışır! Kız arkadaşınızla ortak karar verdiğiniz lokasyon ve otelden rezervasyonu bizzat kendi kredi kartınızla siz yapmalısınız beyler! Yatılı konaklamayı hatuna yıkıp bir de üstüne odayı beğenmemek gibi bir öküzlük, direkt kırmızı kart gerektirir benden söylemesi!

 

Birlikte bir gece geçirmek…

Ne tatlı geliyor kulağa dimi? Evet her şey yolunda giderse elbette şahane olur. Peki ne yapmak gerekiyor her şeyin şahane olması için?

Valla sizin becerinize ve yaratıcılığınıza kalmış tabi ama şunları yaparsanız emin olun ki sevgiliniz bir daha sizinle birlikte olmak istemeyecektir!

Gittiğiniz yere yanınızda mutlaka yedek eşyanızı götürün. Hatunlar burada özellikle siz dikkat edin, yedek kıyafet alacağım diye 1 gece kalacağın yere koca valizle gitmeyin!

Küçük bir şık el çantası ya da spor sırt çantası uygundur bu durumlarda. Migros poşetine tıkıştırmayın allasen!

Alacağın çantanın içine bir tişört, eşofman altı mutlaka koymalısın. Rica ederim evde temizlik yaparken kullandığın dizi çıkmış, yırtık sökük bir şey olmasın! Özenli olun biraz!

Çorap koymayı unutma! Ayakkabını çıkarttığında çorabın kaçmış olabilir, ayağın kokmuş olabilir, dünya halidir bu neticede.

Ertesi gün üstünü değiştireceğin yedek kıyafetin mutlaka olsun o çantada. Sabah uyanıp yataktan kalkınca geldiğin kıyafetleri giyme sakın. Ter kokar, sigara (KAMU SPOTU: Tütün ve tütün mamulleri sağlığa zararlıdır.) kokar, yemek kokusu siner… Değiştir üstünü başını.

Yatarken giyeceğin bir kıyafetin olsun mutlaka yanında! Evinde istersen don paça yat hiç önemli değil ama sevgilinle bir tatile çıkıyorsan, öyle evindeki gibi rahat rahat dolaşamazsın. Özenin biraz kendinize ve yanınızdaki kişiye. Saygı göstermektir bu.

 

Öz bakım çok önemli!

Mutlaka ama mutlaka o çantanın içinde olmazsa olmaz eşya, diş fırçası ve macundur. Kendi diş fırçanızı alıp, hatundan macun istemeyin. Bunlar özel eşyalardır unutmayın.

Küçük bir tarak alın yanınıza. Sabah uyanınca saç sakal birbirine karışmış durumda olmayın.

Akşam yatarken Gıvançç Datluuduu sabah kalkınca Baydemir Appaş kıvamında olmayın! Şoka sokmayın milleti…

Kişisel öz bakımınıza dikkat edin rica ediyorum! Terleyebilirsiniz bu çok normal ama bunun önlemini alın bi zahmet. Rollon ve deodorant ucuz şeyler, alın sürün koltuk altınıza. Buram buram ter kokan biriyle kimse öpüşmek istemez sokun bunu aklınıza!

Ayağınız kokuyor mu bilin bunu! Giydiğiniz ayakkabı da kokutabilir ayağınızı. Su sabun, ıslak mendil, ayak için deodorant gibi milyonlarca çözüm varken ekşimiş lor peyniri gibi dolaşmayın ortalıkta benden söylemesi.

Off valla daraldım, midem kalktı yazarken…. İnanın çok var böyle hödüklerden.

Kadınlarda da var emin olun. Sırf yüz göz boyamakla olmuyor bu işler. Hijyen ve öz bakıma herkesin dikkat etmesi gerekiyor. Kılınıza tüyünüze dikkat ediverin gari bunu da yazdırmayın bana…

Hanımlar özel günlerinizde kendinize daha çok dikkat edin bence. Hormonların fazlaca salgılanmasıyla oluşabilecek kötü kokular için hijyeninize özen gösterin. Özel bölge spreyi alın, ohh misss çilekli mi vanilyalı mı lavantalı mı istersin sana kalmış artık…

Fresh olun yani… Sabah uyanınca duşunuzu alın, saçınızı tarayın. Tertemiz kıyafetlerinizi giyin. Dişinizi fırçalayın. Akşamdan kalma makyajınızı silin ki sabah gözlerinizin altı akmış rimelle dolmasın.

Sabah uyanınca ayı gibi esnemeyin lütfen! Aaauuaaahh gibi garip garip sesler çıkartmayın. Yanınızda sevgiliniz var unutmayın, evinizde istediğiniz gibi geviş getirip yanlayabilirsiniz ama yanınızda özel biri var, sokun bunu aklınıza bi zahmet!

 

Sevgilinizin evindeyken…

Özenli olun, kibar olun. Nazik davranın. İnce düşünceli olun, temiz olun.

Sevgilinizin evine giderken eli boş götü yaş gitmeyin! Küçük bir hediye alıverin.

Ne bileyim, birlikte kahve içerseniz iki kişilik fincan ya da kupa gibi, onun sevebileceği küçük bir şey alın. En olmadı çerez cips meyve falan alın.

Amaç ev hediyesi değil cancazım, ince düşünceli olmak maksat.

Evin içinde de özenli davranın sevgilinize.

İki aylık sevgilinizin yanında ayaklarınızı uzatıp TV izlemeyin mesela…  40 yıllık evliymiş gibi rahat rahat takılmayın yani.

Evinize gelmiş olan bir misafirdir neticede sevgiliniz, öyle davranın.

Ona özel, temiz bir havlu vermek artı puan kazandırır unutmayın. Hiç kimse sizin kullandığınız havluya elini yüzünü silmek zorunda değil. Ne ayıp şeydir bu ayrıca!

Sevgilinizle evde olmak demek, ilişkide level atladığınız anlamına gelmez!

İlk başlardaki o naiflik ve nezaket aynen bu günde de geçerlidir. Nasılsa evdeyiz diye özünüzde olan camışlığı ortaya çıkarmanın alemi yok! Evde de olsanız sevgilinizin yanında tırnaklarınızı kesmeyin mesela!

Tekrar söylüyorum, sizin evinize gelen misafirdir sevgiliniz. O yüzden kıçınızı kaldırıp çayınızı kendiniz doldurun bi zahmet!

Sabah uyandığınızda siz alışkanlık olarak belki kahvaltı yapmıyor olabilirsiniz ama evde bir misafir olduğunu unutmayın lütfen. Nezaketen de olsa “aç mısın, bir şeyler yemek ister misin” diye sorun.

Mükellef Van kahvaltı salonu tarzında sofra kurmanızı kimse beklemez sizden ama çay ve simit de zor bulunan şeyler değildir, aklınızda olsun! Hele ki akşamdan kalan bayat çayı ısıtıp vermeyin aslaaaa…

Kendi evimdeyim nasılsa deyip tuvalette garip sesler çıkartmayın lütfen! Bağırsaklarınızla ilgili sorununuz varsa doktora gidin. Sevgilinize senfoni dinletmeyin sabah sabah, inanın ki çok mide bulandırıcı olursunuz!

İnanın o kadar da zor değil bunları yapmak. İçinden gelmeli insanının. Doğasında var olmalı insan olduğunu hatırlamak. Kibar olmak çok zor değil. Aileden öğrenilmesi gereken şeyler aslında bu yazdıklarım. O yüzden erkek annelerinin okumasını arzu ettim bu yazımı, okuyun ki oğullarınızı düzgün yetiştirin. Sonra gün gelince evladınıza kalas denmesin…

Kavun seçebilir misiniz?

Ben iyi seçerim. Hayatta yaptığım iyi şeylerden biri kavun seçmektir. Çoğu zaman bir bakışımla anlarım kavunun iyisinden kötüsünden.

Azıcık elimle yoklasam %100 garanti veririm güzel mi kelek mi olduğuna. Öyle dibini koklamaya falan gerek de duymam, yanılmam tercihimde.

Karpuz konusunda da iyiyimdir. Tam yerini denk getirip, bi tık vururum kabuğuna içerden gelen sesten anlarım güzel olup olmadığını. Eve gelip de bıçağı değdirince çatırt diye ayrılır mübarek. İyiyimdir yani bu konuda.

 

Keşke insan seçerken de bu kadar başarılı olabilsem!

Hani meşhur laf vardır ya “kavun değil ki dibini koklayalım”! İddia ederim ki insanlık tarihinin en nokta atışı metaforudur bu söz.

Milletin deli demeyeceğini bilsem, yeni tanıştığım kişilere ilk yapmak istediğim fiildir bu; “yat şuraya bi koklayayım dibini” diyebilmek!

Avuç içine sığabilen kavun bile rengini, cinsini, içini belli eder işte dibini koklayınca ama cinsine tükürdüğümün insan evladını böyle anlamak mümkün mü?

İlla farklı gösterir kendini insan soyu!

Kadını da erkeği de böyledir maalesef. Olduğu gibi değil, olmak istediği gibi davranır aslında. Instagram gibi zanneder hayatı, öylesine filtreli yaşar.

En güzeli benim pozları, en cool benim tavırları, en okuyanı, en kültürlüsü, en mutlusu, en eğleneni, en en en en…. Eeee? Sonuç?!

 

Don düştü göt görüldü işte!

“Göt” sadece kaba yer, kaba et, popo, üstünde oturabildiğin bölge anlamında değil, kişiliği oturmamış, ne istediğini bilmeyen, içi başka dışı başka, yanardöner, kaypak, sözüne güvenilmez anlamındadır da aslında.

Yoksa birine kızdığımızda neden “göt herif” diyelim ki? Organlarımızla sorunumuz yok çok şükür!

Çok vardır böyle götlerden etrafımızda. Uslu bir çocuk olup Şirinleri’i görmeyi bekleyeceğinize, etrafınıza dikkatli bakıp her yerde bulun o götleri bence!

Bulun ve hayatınızdan çıkartın.

Genellikle çok sinsi tiplerdir. Kendisine verdiği zararın zerre farkında olmayıp, çevrelerini zehirlerler.

Bir kasa olgun domatesin içindeki çürük domates gibidirler. Sinsi sinsi beklerler. Fark etmeyip de bırakırsan onu kasada, bütün domatesleri ziyan zebil ederler.

 

Bu göt tipler illa kazık atar (net bilgi yayalım)!

Valla kazığın cinsi biraz da sana bağlı ey okuyucu! Maddi mi manevi mi orası senin saftrikliğine kalmış…

İlgi arsızı tiplerdir bunlar!

Sadece senin ilgine değil her kadının ilgisine ihtiyaçları vardır. Bütün etrafının ilgisini üzerinde toplamak ister. Herkes onu beğensin, herkes onu yakışıklı bulsun ister.

Kadınlar genellikle öyle değildir. Biz kadın olarak bir erkeğe ait olma duygusunu hissetmek isteriz. Erkeklerin DNA’sında yoktur bu.

Erkek 77 yaşında da olsa, yazlık komşusu kadının karpuzunu kesmeye bile gider yeter ki azcık ilgi görsün!

Erkekler hayır diyemez çünkü bu kadar basit. 20 yıl önce ayrıldığı sevgilisi gece yarısı aradığında koşa koşa lastiğini değiştirmeye gider bu tipler. Bişi yapacağından değil, o da yanımda olsun, yedekte dursun mantık bu. Egolar tavanda gezerler.

 

İlgi delisidir bunlar..

Bizim gibi kadınlar öyle midir peki? Asla….

Bizim normal yaptığımız davranışı bile “yazmak” olarak algılayan bu tiplerle dolu etraf!

Ve maalesef bu tiplerle çiftleşmek zorundayız biz kadınlar!

Denizatı gibi değiliz netice, keşke öyle olsak da bu “erkek” geçinen tiplere tenezzül bile etmezsek süper olurdu!  Beyin basıyor oksidosini sonra ver Allah ver… Bizde de durum bu anacım.

Şurdan caddeye çıksak, şöyle bir aşağı doğru yürüsek onun gibi on tanesini buluruz! En kötümüz bile bulur yeminle!

Bu erkeklerin bir kadını etkilemek, etkilediğini yedeklemek, gururlarının okşanması, egolarının tatmin edilmesi gibi ilkel dürtüleri var.

Kadınlar daha evrilmiştir çünkü, erkek gibi ilkel değildir.

Erkekler ilk beğendiklerinde beşinci vitesle gelmiyor mu? Ölüyorumlar bitiyorumlar, aramalara, yazmalar…. Ee biz kadınlar da ikna oluyoruz sonunda. Sonra?? Hoopp vites düşer bire! Aramalar sormalar ilgisi biter. Çünkü sizi elde etmiş, cebine koymuş oluyorlar!

 

Çünkü erkekler gözüyle, kadınlar kulağıyla sever!

Aidiyet duygusu sadece biz kadınlarda var, erkek o moda değil maalesef.

Yiyelim içelim gezelim tozalım ama başka moda geçmeyelim, dertleri bu. Bir hafta tamamlanıp, onuncu güne geçilince afagan basar bunlara.

Triplere girerler. Ne oluyoruz moduna öyle bir girmiştir ki, seni de o dipsiz kuyuya çekerler.

Kendini sorgularsın, “ben nerde yanlış yaptım” diye!  Halbuki insan gibi davranmışsındır, akıllı uslu gayet usturuplu davranmışsındır ama yine de yaranamamışsındır!

Sorun sende değil, onda! Evet aynen de böyle.

 

Sorun bende değil, sende!

Sen çünkü insan gibi davranılmaya alışkın değilsin.

Normal bir ilişki yaşamaya formatlanmamışsın.

Gezelim tozalım yiyelim içelim sevişelim, modun bu!

Korkaksın!

Kendinden korkuyorsun. Sevmekten, aşık olmaktan, bağlanmaktan deli gibi korkuyorsun ve bunu kendine bile itiraf edemiyorsun!

Ve en önemlisi dürüst değilsin!

Ee kabul eden, içine sindiren, tercih eden varsa saygı duyarım elbette.

Haa bir de pinti tipler baş belasıdır, uyarayım! Bu pintiliğin parayla pulla alakası yok, duygusal pintilerden kaçın kaçın!

Duygusunu, sevgisini, kalbini sakınanlar aman evlerden ırak olsun.

En iyisi gelişine vurmaktır bence. Kalbini açmaktır, olduğun gibi davranmaktır.

Öyle olamayanlar utansın!

Aman uzak durun! Sallayın gitsin…

Kendinize saygınız olsun, değerinizi ayaklar altına aldırmayın canlar.

Kader…

 

Kaderimizi biz mi belirliyoruz yoksa önceden zaten belli olan bir hayatı mı yaşıyoruz?

Özgür irademizle yaptığımız seçimler mi belirliyor hayatımızın şeklini? Ya da acaba biz seçim yaptığımı zannederken, aslında bu da bize verilen yaşamın kurgusu mu?

Sahi nedir kader?

Yaşamımız mı? Başımıza gelenler mi? İyi günlerimiz mi yoksa kötü tecrübelerimiz mi?

Başarılarımız mı? Kazançlarımız mı? İflaslarımız mı? Sevdiklerimiz mi? Bizi sevmeyenler mi? Aşklarımız mı? Sevişmelerimiz mi?

Nedir? Yoksa hepsi mi?

Yaptığımız yanlış tercihleri ve sonrasındaki üzülmelerimizin sorumlusu olarak kaderi göstermek kolayımıza mı geliyor yoksa? Kader böyleymiş demekle bütün suçu kadere yükleyip işin içinden sıyrılmak hoşumuza mı gidiyor?

O yanlışları da biz bilerek isteyerek yapmıyor muyuz bazen? Denemesek, yapmasak içimizde uhde kalacağı için girmiyor muyuz dikenli yollara? Bazen bile bile lades demiyor muyuz?

Neye göre yanlış neye göre doğru peki? Kime göre?

Verdiğimiz bir kararın, çıktığımız bir yolun, hayatımıza dahil ettiğimiz bir insanın bizim için iyi veya kötü sonuçlara neden olduğunu ne zaman anlarız?

Onunla, o her neyse, işimiz bittiğinde! Olay bitip sonuca ulaştığı andaki duruma göre karar veririz iyi yada kötü olduğuna. Yaşamımıza kattığı değere, bizde bıraktığı hislere göre sonuca ulaşmaz mıyız?

Çok sevinerek başladığımız bir iş diyelim… Bin bir zorlu mülakatla girmeyi başardığımız bir şirketteki en iyi pozisyona sahip olduk. Tam da hayalimizdeki işe başladık diyelim. Her şey süper gidiyor… Çalışma ortamı harika, işini çok seviyorsun, müthiş para kazanıyorsun ve çok mutlusun…

Sonra bir gün bir şey oluyor pat diye her şey tepetaklak oluyor. İşini kaybediyorsun, belki suçlanıyorsun yok yere. Çevrendeki herkes senden vebalı gibi kaçıyor… Hatta iftiraya uğruyorsun… Ve üstelik bütün bunlarda senin zerre kadar suçun günahın da yok. Ama kalıveriyorsun işte öyle ortada sap gibi. Anlatamıyorsun derdini bir Allahın kuluna. Yapıştı mı alnına o kara leke, temizle bakalım temizleyebilirsen!

Kader mi bu? Bu mu kader?

Biriyle tanışıyorsun diyelim… Hiç aklında yokken ve hatta bununla ilgili büyük laflar etmişken pat diye evleniveriyorsun. Eteklerin zil çalıyor heyecandan. Tekil hayattan çoğul yaşama geçmenin adaptasyonunu atlatmaya çalışıyorsun acemice…

Eş olmak nedir, aile olmak nedir diye çabalarken aidiyet duygusu içinde yer edinmeye çalışıyorsun.

Uğraşıyorsun, didiniyorsun, kavga ediyorsun, seviyorsun, seviliyorsun, mutlu oluyorsun, mutsuz oluyorsun, ağlıyorsun, kahkahalar atıyorsun, düşünüyorsun…

Ancak hayat hep devam ediyor planlar yapmaya… Ya da zaten ezelden beri var olan planını işletmeye devam ediyor…

Sen oynuyorsun sadece önüne gelen spontane oyunları…

Yolun sağından gitseydim şöyle olurdu, solundan gitseydim böyle olurdu diye düşünüyorsun.

Onunla tanışmasaydım evlenmezdim yada o ilana başvurmasaydım o işe girmezdim demiyor muyuz?

Yoksa hayat tesadüflerden mi ibaret?

Tesadüf zannettiğimiz şey aslında yoksa! Biz onu masumca tesadüf diye adlandırıyorsak?

O gün o durakta beklerken tanıştığımız o kişinin, çöpe atacakken gözümüze çarpan gazete ilanının, son anda açılan o telefonun tesadüf olduğunu nereden anlarız?

Ya tüm bunlar bizim zaten yaşayacağımız şeyler ise? Yaşamamız için kurgulanmış olaylar ise? Mutlaka olması gerekenler ise yaşadıklarımız?

Yine de o insanları tanır mıydık? Tanışır mıydık onlarla?

A yolundan değil de B yolundan gitseydik de tanışmış olur muyduk o insanlarla bambaşka şekilde?

Peki ya gerçekten böyle olmasaydı? Daha başka seçimler yapsaydık nasıl olurdu?

O gün o durakta beklemeseydik, o gazeteyi çöpe atsaydık ve görmeseydik o ilanı, o mühim haberi aldığımız telefonu açamasaydık nasıl gelişirdi olaylar? Neler olurdu hayatımızda? Nasıl şekillenirdi yaşamımız?

Evet onunla evlenmeseydik ya da o işe girmeseydik neler olurdu? Hayatımız nasıl akardı? Nasıl şekillenirdi yaşanılacaklar?

Hayatımızda kaç tane dönüm noktası var acaba?

O günün şartlarına göre, o anki hislerimize göre kendimizce en doğru seçeneğe yöneldiğimize inanırım ben.

Ve her zaman iyinin iyi, kötünün de kötü olmadığını bilirim.

İyi, o anlık iyidir. Zaman akıp gidip, yaşanılacaklar yaşandıktan sonra benim için iyi mi kötü mü olduğunu hayat gösterir.

Kötü dediğim de aynen böyledir benim için. Bir kaza, bela, üzüntü, aldatılma her ne yaşadıysam o zaman zarfında canımı acıtır.

Su akar yolunu bulur misali gün gelir, o yaşadığım kötü tecrübenin aslında benim için iyi olduğunu anlarım. Ya da böyle düşünmek kolayıma gelir çünkü neticede sahip olduğum ve çıkarım yapabildiğim tek gerçeklik şu anki zamandır.

Keşke zamanda geriye gidebilme icat edilse! Evrenin derinliklerinde zaman kırılımlarının içine girebilsem…

Ay dur girdim şimdiden!

O kısa boylu güdük kel müdürün suratına tükürürdüm ilk önce!

Kendini bi bok sanan madam Gestapo’nun saçını başını yolardım, valla içimde kaldı o çok!

Bana deli gibi aşık o düz saçlı çocuğa özür borcum var, onun beni sevdiği kadar aynı şekilde çok sevemedim napayım!

Okuduğum üniversite değil de alt tercihim bölüme gitsem ne olurdu acaba? İlk aşkımla evlenseydim (ay çok salak bişeydi ama olsun) ne olurdu?

Ya da hiç evlenmeseydim nasıl olurdu hayatım? Yok bundan anında vazgeçtim çünkü evlat sahibi olmanın tadı başka…

Ahrette amel defterimiz elimize verilip bütün günahlarımız açıklandığında, seyirci jokeri kullanıyormuş gibi bu yaşanılanların B şıkkı olsa mesela?

Zoi’nin hayatı versiyon 2 mesela? Olmaz mı? Hiç mi olmaz?

En azından bi görseydik bari, olsa nasıl olurmuş?

Senaryoda mantık hataları olsa da genel olarak iyiydi sayın seyirciler 🙂

 

 

 

 

Varotik…

Varoti

Yaz gelip güneş tepemize bindiğinde her yanımızı varotikler basar. Akın akın varotik cenneti olur güzelim memleket.

Aslında mütemadiyen yanı başımızda görebileceğimiz, biraz gayret ve çokça sabırla evcilleştirilip, ehlileştirilmeye değebilecek insanoğlunun nadir türlerinden memeli cinsidir bu varotikler!

Varotikler, varoş sosyetiğidir yani!

Üretmeye karşı olup, çokça tüketen cinstendirler.

Memleket için bir katkın olsun, mevcudiyetinin bir anlamı olsun, işgal ettiğin yeryüzü metrekaresine bir faydan olsun, fikren ve ruhen kapasiteni aşmaya çalış, evrene doğaya enerji sağla gibi hümanist yaklaşımlarda bulunmayın bunlara zira ters teper! İki boş lafla seni yerle bir ederler şaşar kalırsın alimallah, demedi deme!

Boşluklarına –ama her anlamda boşluklarına- aklını çıldırırsın yeminle. Şakağından bi tık vursan, içerde çınlama sesi duyacağından eminsindir yani, o derece!

Her bişeyin en iyisini zaten onlar bilmektedirler! Yemeğin en iyisini onlar yaparlar, sanırsın ki Vedat Milor bunun yamağıydı!

Moda ikonudurlar aynı zamanda. Giyinip kuşanıp, takıp takıştırıp her kreasyonuyla şahane pozlar verirler. Bakmalara doyamazsın! O eller, o kollar, o bacaklar, o gözler Allahım sana geliyoruumm…. Mahallenin Desperate Housewives’ı bildiğin Best Model Of Turkey olmuş! Hayır yani bi de marka falan takılsa, gerçekten kaliteyi bilse, celebrity olsa anlarım! Giydikleri bildiğin pazar malı ayol! “Havan kime güzelim” diyesin gelir, kıçınla güler geçersin…

Kendini best model sanan bu varotik canlı atlar arabasına, açar son ses müziğini –tarzını tahmin edin, ben yazmayayım- çeker videosunu! Araba kullanırken elde telefon, şarkıya eşlik eden mimikler…. O ne şuh bakışlar, o ne işve, o ne eda kızzz Allah seni naapmasın emi güldürdün beni! Hasetlenmeyelim lütfen, sanatçı burada keşfedilmeyi umut ediyor!

Kendi çapındaki ekürileriyle buluşup ciks mekana giderler. Ellerinde telefon, bi öyle pozlar bi böyle pozlar… Kahveler gelince selfiler, ağaç altında –habersizmişcesine- mağrur bakışlar… Gidilen mekan mutlaka etiketlenir ama liittfeennn! “Baakk biz burayadız miirabaaa” halleri yani… Vizyonsuzluk gerçekten çok kötü bir şey! Kalite insanın ruhunda, DNA’sında olmayınca köşe başındaki kokoreççiyi de ciks mekan sanırsın!

Rabbim kimsenin başına vermesin diyeceğim ama veriyor işte hikmetinden sual olunmayan yüce Rabbim! Bize de bunların hallerini izleyip gülmek -ve hatta acımak- kalıyor…

Anlayacağız üzre kapitalist sistemin duayeni olurlar kendileri. Yılda on tane kitap okumuşluğu yoktur muhtemelen. Çocuklarının ellerinden tutup belki sinemaya gitmiş olabilir, hakkını yemeyelim ama bir sergiye gitmeyeli yıllar olmuştur muhtemelen. Ve iddiaya girerim ki opera bileti almamıştır hayatında! Müze gezmek afaganlar bastırır zannımca.

Koca parası yiyen kadınlardır bunlar!

Koca parası yemek kötü bir şey mi, tabi ki hayır! Vardır adamın parası, yersin çatır çatır, kime ne! Yersin de, kendine de çocuklarına da çevrene de memlekete de hatta evrene de bir faydan dokunur, işte o zaman anlarım.

Zengindir adam, senin çalışmana da gerek yoktur –ki bu da şahsiyet meselesi o ayrı- senin gezdiğine tozduğuna karışmaz, oh ne ala. Kim istemez böyle kocayı, varsa böylesi hemen gönderin, talibim!

Gezersin dünyayı, başka ülkeler, başka kültürler tanırsın. Ufkun açılır, hayata bakışın değişir.

İçinde saklı olan bir yeteneğin, meziyetin illa ki vardır, Allah bir nebze vermiştir her insana bir ehliyet, onu bulup çıkartırsın içinden.

Boş boş dolaşmazsın kahveci dükkanlarında, işte o zaman anlarım. Ama bunun dışındakiler varotiktir işte!

Gittikleri her yerde cafede, restaurantta, plajda ellerinden telefon düşmez. İlla her anı, her saniyeyi Instagram’da story atacaklar!

İşte bunu benim kafam almıyor arkadaş. Çok kısa bir örnek vereyim, ben arkadaşlarımla plaja gittim diyelim… Oturmuşuz üç beş kişi… Deniz kum güneş miss…. Gırgır şamata o biçim…. Söylemişiz okkalı sade Türk kahvelerimizi, atmışız iki el tavla… Sonra sıcak basmış, atlamışız suya. Yüzmüşüz şöyle serin serin… Çıkmışız kumsala, sarılmışız havlulara… Seyyar midyeciye el atmışız, gelmiş koymuş tepsiyi önümüze… O açıyor midyeleri veriyor bize… Sıkmışız tepesine limonu… Gömmüşüz bi güzel bi tepsi midyeyi oofff… Bana hafif uyku bastırmış, kafamı şemsiyenin gölgesine saklayıp uyumuşum bi güzel…. Ohhh yaaa hayat bu işte….

Peki, işte soru şu; telefonum nerede! Tabi ki çantamda! Aradan geçen iki koca saat boyunca bakmamışım telefona! Çaldı mı, arayan mı oldu, mesaj mı geldi…. Bana ne arkadaş bana nee! Ben eğlenmeye gitmişim ve dibine kadar zevk almışım, eğlenmişim. Bunu yaparken de telefona ihtiyaç duymamışım! Midyeyi gömerken selfie çekmemişim! Suya atlarken story atmamışım!

Yani ben harbiden eğlenmişim ve bunu paylaşmak aklıma bile gelmemiş!

Gerçekten eğlenirken, gerçekten mutlu olurken insanların bunu kanıtlamaya ihtiyacı yoktur!

Her anını gözler önüne seren insanlar, gerçekten mutlu olmayan insanlardır!

Mutluymuş gibi mışmış gibi yapan insanlardır!

Beni güzel görsünler, beni mutlu görsünler diye sıçarken bile yayınlayan insanların acilen psikiyatra gitmelerini şiddetle tavsiye ediyorum!

Yanlış Anlamalarım…

Yanlış anlaşılmaktan çok korkarım. Bu yüzden kendimi olabildiğince iyi ve doğru ifade etmeye çalışırım.

Türkçeyi doğru kullanmak için titizlenirim. Konuşurken, yazarken hep dikkat ederim. En küçük bir harf hatasının bizim dilimize has esneklikle nasıl farklı anlamlar çıkartacağını iyi bilirim.

Ama bazen ben yanlış anlıyorum duyduklarımı. Ve hatta okuduklarımı…

Bu bazen bir şarkı oluyor, bazen söylenen bir cümle, bazen gördüğüm bir tabela, bazen okuduğum bir kitap cümlesi, bazen de bir isim…

İşin ekstra matrak tarafı bu yanlışlıklara ben epey sinirleniyorum. Yanlış anladığımı fark edemeyip, o şekilde olmasına sinirleniyorum.

Yıllarca böyle yanlış bildiğim şeyleri günün birinde doğrusunu öğrenince öyle bakakalıyorum. Ve tabi sonra çok utanıyorum o ayrı…

Geçenlerde diş hekimime gittim. Kadıncağız benim deli gibi korktuğumu bildiği için sohbet ederek heyecanımı ve korkumu hafifletmeye çalışıyor. Konuşuyoruz havadan sudan… Memleketten, okuldan falan…

Pertevniyal Lisesi mezunu olduğunu söyleyince ben sazan gibi atladım hemen “okulun adı neden öyle garip? Başka ad koyamamışlar mı koskoca liseye? Peltek Nihal diye isim mi olur? Kurucusu falan mı bu kadın acaba?” dedim!

Diş Hekimi önce bir baktı bana sonra bir kahkaha attı! Ben öylece bakakaldım, gözüne far tutulmuş tavşan gibi!

Hayır yani anladım tabi bi halt yediğimi ama o haltın ne olduğunu anlayamadım, sorun orada işte!

Yıllarca duyduğum ve hatta birçok tanıdığımın mezun olduğu koskoca Pertevniyal Lisesi’ni ben saf gibi Peltek Nihal diye anlıyormuşum iyi mi! Ve üstüne de yorum yapıyorum bi de “niye böyle saçma isim konulmuş” diye!

Yer yarılsın içine gireyim diye dua ettim o dişçi koltuğuna gömülerek… Bir daha da gitmedim o doktora, arkamdan alay edilmesin diye.

Daha bu ne ki… Öyle saçma sapan yanlış anlamalarım, uydurmalarım var ki akıllara zarar!

Helllpppp miiiiiii!!!!!

Yanlış anlamak, okuduğunu ve duyduğunu başka şekilde algılamak bir hastalık mıdır bilmiyorum. Ve açıkça soruyorum bu bir hastalıksa nedir adı?Tedavisi, ilacı falan var mıdır bilmek istiyorum. Nöronlarımın sinaptik aralığı fazla mı açıktır nedir?

Abilerim ablalarım, saygıdeğer doktor okuyucularım, lütfen beni bilgilendirin olur mu? Siz bunları okurken gülüyorsunuz, eğleniyorsunuz ama ben bunları yaşarken inanın ki hiç komik değil!

Aç parantez… Saf diyorlar arkamdan ve bu hiç komik değil!

Aslında zeki kadınımdır. Safla salaklık arasındaki saftrikliğimi de peşinen kabul etmekteyim ama bu farklı bir durum.

Algıda seçicilik midir yoksa dikkat eksikliği midir nedir bilmiyorum. Hızlı hareket eden, enerjik bir tipim ondan mı acaba? Aynı anda çok şey düşündüğümden midir bu durum?

Neyse, okuyun ve cevaplarınızı yazın bu insancığa şekerim 🤗 Kapa parantez…

Dünya saçmalama şampiyonu olabilirim!

Peltek Nihal gibi benzeri bir durumu Florence Nightingale Hastanesi için de yaşadım.

Bir yakınım orada ameliyat oldu, ziyaretine gitmek için navigasyona adres yazacağım. Ama hastaneyi bulamıyorum bir türlü. Çıldıracağım ama!

Yazdığımı bulamayan navigasyonla kavga ediyorum, görmeniz lazım halimi.

Aç parantez, aklıma geldikçe ben hala çok gülüyorum, kapa parantez.

İnsan gibi insan ne yazar navigasyona? Florence Nightingale Hastanesi dimi? Ben ne yazdım peki?Floransadan Gelen!!!

Madem sağlıktan girdik olaya, bir örnek daha vereyim…

Siyami Ersek Hastanesi’ni “siyahi erkek hastanesi” diye anladığımı itiraf edeyim….

Malım ben mal mal… Bunun başka bir açıklaması yok!

Bilinç altı temizliği mi yaptırsam, geçmişimi mi şifalandırsam bilemiyorum….

Hayır yani bi de bu yanlış anlamalarıma kılıf buluyorum! Hastane yabancı ya, Floransa’dan gelmiştir falan… Ne alaka ya? Böyle saçma şey mi olur..

Hiç mi okumadın, hiç mi duymadın, nerde yaşıyorsun sen kızım, mektep medrese görmedin mi, mürekkep yalamadın mı, anan seni dağ başında ağaç kovuğunda mı doğurdu nedir yani olayın!

Bu kadar sanıyorsanız, cidden yanılıyorsunuz!

Okuduğumu da yanlış anlıyorum…

İş başvuru formu doldururken, “bedeni arızalarınız var mı?” sorusunu, “bedeni arzularınız var mı” diye okuyup, ohaa demek ve bir daha okumak….

Özlem Börek Salonu’nu “Özlem Böbrek Salonu” diye okumuşluğum vardır…

Aile İşkembe Salonu’nu “Aile İşkence Salonu” diye okuyup, afallayan bir kardeşiniz var burada!

Banyodaki saç şekillendiriciyi “Hüsnü Şenlendirici” diye okuyup, nassııı yaaa diye çığlık atmışlığım da vardır…

Caddedeki Alkan Pastanesi’ni “Akıl Hastanesi” diye görüp, bi daha dönüp baktım mesela…

Komili zeytinyağına ait reklam panosundaki, “sızmanın alası” sloganı “sıçmanın alası” diye okuyup, nasıl bir reklam bu böyle diye firmaya verip veriştirmişliğim de vardır…

Sadece okuduklarımı değil dinlediğim, duyduğum ve severek hatta ezbere söylediğim şarkı sözlerinin çoğunu yanlış biliyormuşum ya ben! Ay ben öleyim ya….

Yaktın beni Teoman…

Teoman’ın o çok sevdiğimiz şarkısı var ya Paramparça “bir bar taburesi üstünde…”

Ben onu yıllarca ne diye söyledim biliyor musunuz? “bir fanta kulesinin üstünde…”

Gülmeyin… Valla sinirim bozuluyor bak!

Fanta reklamı için yapılan şarkı sandım, ne var bunda?

Teoman’ın başka bir şarkısı daha var beni dumur eden, Gündüz Tarifesi…

Şarkının sözleri şöyle…  “Soy beni, yatır uykuya, Şu an sanki evimdeyim, Bul beni
Aramana gerek yok…” Bu son kısmını “yalamana gerek yok” diye anlayan tek ben miyim çok merak ediyorum! Tööbe estafurullah…..

Levent Yüksel’in Beni Bırakma şarkısındaki “son kuşlaar havalandıı” kısmını “dolmuşlaar havalandı” olarak anlamıştım mesela…

En fena sallamasyonum da Mustafa Sandal’ın Aya Benzer şarkısında “bir dönerim etrafında” kısmını “bir dönerin etrafında” olarak anlayıp, dönercinin önünde parası olmadığı için döner alamayan, dönere içi geçen masum çocuklara ithafen yazıldığını sanmıştım! Nakaratında da “e doğal olarak da takipteyim” sözünü  “e doğal olarak da ibneyim” şeklinde devam ettiğini sanıyordum ve sırf bu yüzden Mustafa Sandal’a bu şarkı yüzünden yıllarca gıcık oldum!

 

Durun daha bitmedi!…

İzel’in Hasretim şarkısında “hani bakar dalarsın ya gruba” sözünü ben nasıl anlamış olabilirim sizce? “hani makarnaları salarsın ya suya”….

Böyle bir saçmalık olabilir mi ya? Müzik dünyası bu kadar sığ mı?

Yaşar’ın Bir Tanem şarkısına ne demeli peki? “Bir tanem beni sor beni bul
Bir tanem gönül sana köle kul “ Ben bunu ne diye anlamış olabilirim sizce?Son kısmını “bana köfte bul” olarak söyledim yıllarca…. Ve devamındaki “Ya bu gece gel ya da bu gece gel, Ya bu gece gel ya da gelir ecel…”  kısmını “ya bu gece gel ya da delirecem” sandım ve Yaşar’ın takıntılı bir sevgili olduğunu düşündüm!

Bulutsuzluk Özlemi’nin “hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da…” sözlerini çok uzun bir süre “İsviçre’de hayat bayram olmadı ya da…” şeklinde anlayıp, grubun duruşu ve verdiği mesajlar dolayısıyla olduğunu sanmam ayrı bir olay…

Aşkın Nur Yengi’nin adını “Nur Yenge” sanıyorum mesela! Ay inanmıyorum adlı şarkıda “yaylanmıyorum” dediğini sandım.

Çok sevdiğim Sunay Akın’ı kadın zannedip, adının “Suna Yakın” olduğunu düşünmüştüm!

Daha fenası da var!…

Edip Akbayram’ın Aldırma Gönül’ündeki “bir sitem yolla Allah’a sözünü “bisiklet yolla Allah’a” diye söyledim ben!

Sibel Can’ın Bence Talih şarkısında “gidene boş ver, gelene hoş geldin de, başka çaresi yok” kısmındaki heceleme arasındaki duraksamayı “dinde başka çare yok” olarak anladım ve bunun aşkın, dinle, imanla ne ilgisi olduğunu sorguladım!

Hülya Avşar’ın Ah Be Güzelim şarkısında “ah be güzelim aaah, ben seni üzerim aaah” kısmını ise “ben seni düzerim aaah” diyerek çok fena anladım! Hülya ablamız her istediğini alır, hafif de vamp ya.. Öyle anladım işte ne var!

 

Oya-Bora….

İşte burada durun biraz… Bi kere bu ikiliyi biliyorsanız, şarkılarını hatırlıyorsanız, tevellüt çıktı ortaya şekerim 😉 Korkma, sen de bendensin 🤗

Saraylı şarkısındaki  “kalk gidelim be saraylı bak dikiz aynam kalaylı” cümlesini, “kalk gidelim be saraylı baktı ki Saddam kalaylı” diye anlayan ben miyim sadece?

Ayrıca Bora Bora Adaları’nın adının “Oya-Bora Adaları” olduğunu sanıp, kendi isimlerine göre bir ada bulmuşlar, klipleri de gidip orada çekmişler diye düşündüm.

Ohoooo daha neler var neler…. 90’ların şarkılarını bu yazıdan sonra YouTube’dan dinleyeceğinizden eminim 😉

Çizgi Filmler…

çizgi filmler

 

Analarımızın klasik sözü vardır ya hani “ana olunca anlarsın”, şimdi ben tam da o anlama ve kavrama noktasındayım. Yan yatmalı, uzun oturmalı, sefa sürmeli moddan bebişli hayata dikey geçiş yapınca, insanın şaftı kayıyor ne yalan söyliim.

Kaplumbağanın en babasından hallice hamilelik geçirince, doğumdan sonra “oh çok şükür bu kabus bitti” dedim. Rabbim affetsin ama ben o hamilelik dönemini hiç sevemedim.

Yataktan kalkmak da yatmak da ayrı bir dertti. 36 numara ponçik ayaklarıma 43 numara erkek terliği sığmayacak kadar şişmiştim. Bildiğin ramazan davulu yutmuş gibiydi karnım. Benim gibi çıtıpıtı minyon hatunun o noktaya gelmesi mucizenin ta kendisi zaten.

Dilber Ay ablamız gibi kollarım oldu, pazularımda gamzelerim çıktı. Bacaklar desen Ronaldo! Sinirlendiğim birinin üstüne gülle gibi atlasam valla barsakları fırtlardı.

Oram buram çatlamasın diye sürdüğüm şeylerden dolayı yağlı güreş pehlivanı gibi dolaştığımı söylemiyorum bile!

Surat desen Sümerbank porseleni gibi! Bandır ekmeği sıyır yani o derece. Eğilip kıçımı görmeyi özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama oldu işte.

Patlamaya hazır bomba gibi dolaşırken içimde oynayan bebişi, gaz sancısı sanıp ilaç içmem de ayrı bir mallıktı kabul ediyorum!

Bütün o sıkıntılardan kurtuluş ve ilk karşılaşmanın verdiği hazzın tarifi yok elbette. O kadar minik elleri, yumuk gözleri, minicik dudakları görünce ne dert kaldı ne acı. “Oy sen ne minnoşsun, ay bu ne ponçikmiş” gibisinden sevinç hezeyanı bitince hayatın gerçekleriyle baş başa kalıveriyorsun sonunda! Oyuncak bebek değil neticede.

İlk günler altını değiştirmek en büyük korkumdu çünkü kürdan gibi bacaklarına zarar vereceğim diye ödüm patlıyordu. Her şey bir tarafa ama o emzirme hissi bambaşkaydı. Emerken gözlerimin ta içine bakması yok mu… Off… “Senin parçanım ey kadın! Uğraş bakalım benimle işin ne” der gibi bakıyordu resmen.

 

Uğraş dur işin ne!

Sevgisi, zevki o başka ama annelik gerçekten ciddi uğraş ve yaratıcılık isteyen bir hünermiş meğerse. Bi kere her şeyden önce zombi hayatına geçiş yapıyorsun. Uyku muyku dinlenmece olabildiğince az. Kafeinin gücü adına voltranı oluşturup, sinir hücrelerini bastırmayı öğreniyorsun.

İlk aylarda sıkıntı yok, koyduğun yerde uyuyor, dönme derdi falan yok.  Ama sonraki aylarda azcık ayaklanınca ilk kapatacağın yer prizler oluyor.

Benim gibi antinkuntin süs eşyasını seviyorsan yandın! Evde onlardan eser kalmadı, itinayla hepsini kaldırdım sakladım.

Dolap kapaklarını kilitledim, masa sandalye kenarlarına bantlar yapıştırdım düşüp de kafasını çarpmasın diye. Ne kadar örtü varsa hepsini tutup çekiyor piyano piyano bacaksız, örtüleri de kaldırdım.

Mama sandalyesine oturtayım da azcık rahat edeyim dedim ama ne mümkün! Kitaplar dergiler okuyorum, masallar anlatıyorum en uydurmasyonundan ama yok durmuyor çocuk.

Eskiden “bunun içinde kurt var” derlerdi şimdi ise folikasit bebesi oluyor bınlar! Çok bilinçli anne olma edalarıyla “2 yaşına kadar asla televizyon izletmicem, cep telefonu tablet hele asla!” diye höyküren ben, baktım olmuyor açtım televizyonu oturttum önüne.

 

Modern annenin televizyonla imtihanı!!!

Önce bizimkine değişik geldi herhalde izledi biraz, sonra sıkıldı, pek ilgilenmedi oyuncaklarıyla oynamaya devam etti. “Aman iyi” dedim, televizyona alışmasın.

Aldım kumandayı elime, tek tek bütün çocuk kanallarını izledim. Bakayım dedim bebelere ne gösteriyorlar. İlk defa müşerref olduğum alan, yabancısıyız ortamın yani.

Vurdulu kırdılı çizgi filmleri zaten kafadan eledim. “Onu geç, bu olabilir” falan derken, ben epey bi müptelası oldum çizgi filmlerin iyi mi!

Yalnız söylemeden edemeyeceğim, çizgi film yazarları falan baya gözümde yükseldiler. O ne yaratıcılıktır abi! Helal olsun. Tema standart aslında, fabl tekniği. Ama bazıları çok sinir bozucu geldi bana.

Mesela bi tane İspanyol kedi var, kafasında kocaman şapkasıyla geziyor ortalıkta. Bu şapşal Henry acıkıyor, koştura koştura lokantaya gidiyor. Dükkân sahibi de sıska Corç. Henry menüden yemek bakıyor “o değil, bu değil, şu değil, işte buuu!” diye seviniyor zavallı ama istediği yemek lokantada yok.

Bi kere mantık hatası var, olmayan yemeği menüye niye koyarsın dimi! Beceriksiz esnaf ödülünü almaya hak kazanan Corç, sanki çok mahcup olmuş gibi ayağını elini büze büze konuşuyor kediyle. Diyor ki “hiç patlıcan kalmadı ama istersen şurdan patlıcan alabilirsin!”

Birader hayvan zaten aç niye zavallıyı oraya buraya gönderiyorsun? Bizim Henry de ayrı bi mal, koştura koştura pazara gidiyo, orda bulamayınca market sahibi sağır bi karı var Isabella, mısır diyorsun kısır anlıyor. Dev gibi bişi. Ona soruyor. Orda da bulamayınca tarlaya gidip, istediği sebzeyi alıp Corç’a getiriyor. Üçkâğıtçı Corç da paldır küldür mutfakta yapıyo bişiler, Henry’nin önüne koyuyo. Bu salak bi de hesap öder buna bence! Azcık akıllı olsa tarladan malı direkt çekip satan kabzımal olurdu ama bu şapşik sadece mal olmuş işte!

Başka bir tane daha var böyle akıllara ziyan. Büyükbaba Jo! Adamın torunları ziyarete geliyor, iyi hoş Allah selamet versin.

Bu yaşlı kartaloz o el kadar bebelere iş yaptırıyo! “Hadi çocuklar size bir sürpriz yapmama izin verin” diyor bi de. Sen zaten sürprizin kralını yaptın bebelere ayol. Eşşek gibi çalıştırdı kızanları.

Yok o tekerleği şuraya koyun, yok bu renkli topu buraya koyun diye emir verip durdu. Sigortasız çocuk işçi çalıştırıyor alenen! O sabi sübyanların da sevincini görmen lazım ama hoplaya zıplaya oynuyor zavallılar. İş bitince de gariplerim evine gidiyor, “yarın yine gelin” diyor arkalarından bizim dede olcak kartaloz!

Bu çocukların da analarına iki çift lafım var: “Eyy hemşire bana bak hele! Dadaları salıyon dışarı ezan okununcaya kadar yoklar. Nerde bu kızanlar diye düşünmüyon da bravo valla! Şimdi eve geliyolar, arkalarına tülbent koy terlemiştir kızanlar. Baban olcak fikirsiz, amele etti bütün gün bebeleri diyiverem sana!”

Bir de şarkılar var ki sorma!!! Tombul yumurtanın teki duvara oturmuş, duvardan düşmüş tombul yumurta! Bak seenn!! Külliyen yalan ayol.

Yumurtanın duvarda ne işi var dimi? Kırılacağı belli zaten. Hem ayrıca doğru bilgi verin çocuklara lütfen, madem eğitici olacaksınız doğruyu anlatın. O yumurtanın menşei ne? Organik mi, serbest gezen tavuk yumurtası mı nedir yani? Tombulsa çift sarılı mı oluyor bilelim. Ayrıca niye tombul, tombullar alınmasın sonra bi düşünmek lazım dimi!

Elimde kumanda, tek tek çizgi film izlerken ben kaptırmışım kendimi. Benim çocuk hiç oralı değil ama anası olacak ben, resmen dalmışım televizyona. Ve üstelik de çizgi filmlere çemkiriyorum!

Yok olmaz bu böyle dedim, kapattım televizyonu aldım elime kitabı okumaya başladım benim pıntıra, saçını okşaya okşaya okudum elimdekini. Aaa uyudu bile!

 

Balkon…

balkon

Evin en sevdiğim yeri balkondur.  Hap kadarcık bile olsa her evde mutlaka balkon olmalı bence. Özellikle de yazın serinlediğimiz mekân olmaktan ziyade nefes alabildiğimiz yerdir aslında. Binaya dışarıdan bakıldığında sonradan monte edilmiş ve genellikle de memleketimin güzide insanı tarafından camekânla kapatılmış izole bölüm olmasının yanı sıra, bir yaşam tarzıdır balkonlar.

Sabahları kahvaltımızı yaparız balkonda, püfür püfür esen rüzgârla birlikte çayımızı yudumlarız, akşam işten gelince bir bira açıp güneşi batırırız, nane kuruturuz mesela, her bayramda al bayrağımızı asarız, mahallede kavga olunca çekirdek elimizde doluşuruz balkona… Yani kısacası öyle balkon deyip geçmemek lazım…

En güzel sosyalleşme aracıdır bence balkon. Karşı apartmandaki komşuyu tanımasan bile, orada göz göze geldiğinde illa ki selam verirsin. Zaten bir iki selamlaşmadan sonra muhabbet başlar. Hele ki bir de o komşu, mahallenin GBT sorumlu ise her havadisi alırsın bedavadan!

Eski oturduğum apartmanda bu GBT sorumlusu bendim bir nev’i. Site yöneticisi olmayı fazlaca ciddiye almış biri olarak “her halttan illa ki haberim olmalı” modunda dolaşıyordum. Nadide bir balkonsever olarak da işime yarayacak verileri çayımı içerken topluyordum böylelikle.

 

Yediğim mi fıstık yoksa gördüklerim mi?

Bir yaz akşamı balkonundaki yerimi almış, ayaklarımı da uzatmış, bir taraftan fıstık yerken bir taraftan da laptopumdan dizi izliyordum. Oturduğum yerden azıcık sırtımı dikleştirip başımı uzattığımda göreceğim mesafede, sokağın köşesinde bir çeşme var. O çeşmenin başında bir hareketlilik dikkatimi çekti. Önce çok önemsemedim açıkçası ama sonra “acaba ne oluyor” diye meraktan uzattım kafamı, izlemeye başladım.

İki kadın bir adamla bir şeyler konuşuyorlardı. Biraz konuştuktan sonra adam gitti. Kadınlar çeşme başında durmaya devam ettiler. Sonra bir araba geldi, kadınlardan sarışın olanı eğildi, camdan kafasını uzattı içerdekilerle konuştu. Eliyle diğer kadına işaret etti, minyon tipli kumral kadın arabaya bindi ve hep birlikte gittiler. “Arkadaşlarıyla buluştular herhalde” dedim oturdum yerime, kaldığım yerden diziye devam ettim.

Bu saflığım beni delirtecek vallahi! Bazen beynim mi duruyor, yoksa içimdeki Polyanna ruhumu ele mi geçiriyor nedir bilemiyorum. Normalde cin gibi olan ben, bazen -hem de en olmadık zamanlarda- gözüne far tutulmuş tavşan gibi oluveriyorum.

Ertesi akşam arkadaşım geldi, balkonda kahve içiyoruz. Dünkü bu ablalar tekrar belirdi bizim çeşmenin başında. Her ikisi de telefonla konuştu ayrı ayrı, beklediler bir süre ve bir araba geldi, eğilip konuştular ve bindiler, gittiler. Arkadaşım Banu hemen başladı söylenmeye “Ay bu ne ayol? Resmen pazarlık var burada! Kimse görmüyor mu bunu? Aile mahallesi burası! Ne ayıp şeyler!” dedi ve benim ampul yandı!

O akşam bir daha gelmedi ablalar. Benim içime kurt düştü bir kere, ya bizim mahalleye dadanırlarsa? Ama emin olmam lazım, kimseyi bilip bilmeden suçlamamalıyım. Karar verdim; takip edecektim ve bir daha gelirlerse polise bildirecektim. En doğrusu buydu.

Kardeşimle arkadaşım Banu bu fikrime karşı çıktılar. Bana neymiş, ben bulaşmamalıymışım, elalemin doğrucusu ben miymişim, başıma bela alır mışım…. Dinledim mi peki? Tabi ki hayır! Balkondaki mesaim başlamıştı bile!

 

Fadıl takipte!

Ertesi gün ben nöbetteyim yine balkonda. Ablalar geldi, hemen fotoğraflarını çektim. Telefonla konuştular, yine fotoğrafladım. Yanlarına gelen arabaların plaka ve modellerini, geliş saatlerini not alıp yine fotoğrafladım. Bir sonraki gün de yine aynı şekilde not alma ve fotoğrafla işlemleri devam etti.

Tam beş gün boyunca bu şekilde Fadıl takiptecilik oynadım ve sonunda polisi aradım. Sorumlu vatandaş bilinciyle elimdeki verileri, olayın detaylarını, açık adresi anlattım polise. “Memur Bey burası bir aile apartmanı, mahallemiz de aynı şekilde ailelerin oturduğu bir yer. Kimsenin özel hayatına müdahale edilmesini tasvip etmem ancak bu olay özel hayattan ziyade ahlak dışı bir durum gibi duruyor. Size sunduğum bilgileri, olay günü ve saatini belgeleriyle birlikte size arz etmek isterim. Ben devletimin polisine güveniyorum. Biz burada çocuk yetiştiriyoruz ama bu durumdan dolayı sokağa bile çıkamaz olduk. Lütfen istirham ediyorum buna bir son verin!” dedim.

Kardeşim ve Banu bana bakıp bakıp kafalarını sallayarak cık cık sesleriyle “her boka burnunu sokmasan çatlarsın dimi?” dediler. “Ya arkadaş niye kızıyorsunuz şimdi bana anlamıyorum ki? Bu kadınları burada görünce siz de rahatsız olmadınız mı? Ben tepki gösterince niye kabahatli oluyorum ki anlamadım?” desem de dinletemedim. Ben vatandaşlık görevimi yapmanın ve yöneticisi olduğum sitenin güvenliğini ve huzurunu sağlamanın rahatlığıyla, söyledikleri sözleri dinlemedim bile.

Ertesi gün olay yerine gelen giden olmadı. Bir sonraki gün de asayiş berkemaldı. Ben yine her zamanki gibi balkonda yerimi almıştım ama ortalık sakindi.

Engin ve derin bilgilerimi polisle paylaşmamdan tam üç gün sonra arkadaşlarım bana geleceklerdi. Ancak ilk defa geldikleri için evi tam olarak bilmediklerinden, bizim köşe başındaki çeşmeyi tarif ettim ve onları orada bekleyeceğimi söyledim. Ayağımda terliklerle çıktım evden, çeşmenin yanına gittim. Misafirliğe gelen arkadaşlarıma evi tarif edebilmek için telefonla konuştum, beklemeye başladım. Takriben beş dakika sonra arkadaşlar arabayla üst sokaktan geldiler, ayaküstü “aa hoş geldiniz, bak ne kolaymış yol aslında” falan diye konuşurken yanımızda yedi sekiz adam belirdi!

Hepsi kerli felli izbandut gibi tipler! İkisi benim kolumdan tuttu, diğerleri de arkadaşımı arabanın içinden çıkartıp kollarına girdi. Bir kargaşa, kaos oluştu ama hiçbirimiz ne olduğunu, bu adamların neden bize böyle yaptığını ve de kim olduğunu anlayamadık. Hepimizi bindirdiler bir minibüse. Biz tabi şok!

 

Emniyette anlatırsın derdini!

“Nereye gidiyoruz, siz kimsiniz, niye bize böyle davranıyorsunuz” diye sorarken ben,  “emniyette anlatırsınız derdinizi” dediler. Karşılaştığımız duruma tepki göstermek isterken sanırım biraz abarttım durumu ve resmen atarlandım polise! “Siz kim olduğunuzu sanıyorsunuz ha? Ne hakkınız var buna? Avukatımı istiyorum ben!” dedim. “Sen fazla Amerikan filmi seyretmişsin anlaşılan!” diye tersleyince polis beni, pıstım kaldım!

O anda neler olduğunu anladım aslında ama arkadaşlarıma anlatamadım haliyle. Nasıl anlatabilirdim ki?

“Ben mahallenin komiserliğine soyundum, bir alışverişi durdurdum, polise haber verdim ama işte kör talih beni buldu” mu deseydim yani? Yaptığım ihbardan sonra sivil polislerin bizim sokakta sotaya yatacağını ve o malum kadınlardan biri sanarak beni alacaklarını nereden bilebilirdim ki?

Neyse, gittik emniyete, anlattık polis ağabeylere durumu. O ihbarı zaten benim yaptığımı, tamamen yanlış insanı getirdiklerini anlattım da anlattım. “Polis bey valla billa o aradığınız kadın ben değilim. Minyon tipli kumral olarak talihsiz bir benzerlik yaşıyorum sadece. Benim annem babam emekli devlet memuru polis abim. Ben sade vatandaşım, trafik cezam bile yoktur benim…” gibisinden canhıraş söylenen, kıçımda Yusufçukların uçuştuğu cümleleri ağlayarak söylediğimi sonradan hatırladım. Doğal olarak bana misafirliğe gelen arkadaşlarım da yaşadıkları durum hakkında iyi niyetlerini (!) gayet nazik ve kibar bir dille (!) tarafıma ilettiler!

O günden sonra tövbeliyim arkadaş! Bana lazım değil elalemin ne yaptığı ne ettiği. Ben otururum balkonumda paşa paşa içerim çayımı çitlerim çekirdeğimi…