Anna Karantinaaaaa…

Cama çıkıp “imdaaattt!” diye bağırasım var yeminle.

Adına tükürdüğümün coronası geldi bizim jenerasyonu buldu milyar yıllık dünyada.

Yok Çinlinin biri yarasa mı yemiş (zıkkımın kökünü yiyeseciler), yok bu virüs labroratuvarda mı üretilmiş diye araştırmaktan her birimiz bilim kurulu üyesi kıvamına geldik.

Hayır yani bu illetin çıkış sebebini bulsak ne olacak ki? Ölen binlerce insanı mı geri getirecek yoksa bizim domestik sendromumuzu mu çözecek?

 

Tıkıldık kaldık işte haftalardır evlere!

Kimseciklerle görüşmeden ev içinde dipdipe yaşıyoruz kafese konmuş sirk maymunları gibi.

Yetmiş yaşındaki anam bile öğrendi vatzapdan görüntülü konferans konuşmasını. Ekran karpuz gibi dörde bölünüyor anam-babam-kardeşim-ben konuşunca. Bir de gözler iyi seçmediğinden telefonu yakınlaştırdıkları için, anamın babamın burnuyla konuşuyoruz ister istemez!

Çöp poşetinden kürdana kadar her şeyi internetten sipariş verir oldum ben de herkes gibi. Markete gitmeye korkuyorum çünkü. Son verdiğim siparişi alışveriş sitesi yoğunluktan üç partide gönderebildi.

Yarım saat sonra kargocu tekrar geldi, elindeki şeffaf poşeti iteleyerek “abla pedi de şimdi gönderdiler” dedi, rezil oldum adama.

 

Baktım ki bu işin sonu yok!

Giydim Ninja kıyafetimi, ağız burun eller saç baş kapalı, tek göz ortada ya Allah dedim gittim markete. Bir elimde dezenfektan şişesi bir elimde mendil, sosyal mesafenin tillahı ile aldım ihtiyaçlarımı geldim kasaya. Kredi kartı ile temassız ödeyerek hemen dışarı attım kendimi. Kontağı çalıştırmadan bankadan mesaj geldi “bu ayki market harcamanız geçen aya göre fazla!” Haddiiii caanımmm ciddi misin dedim ekrana bakarak!

Arabanın bagajına özel tek kullanımlık hasta yatak bezi sermiştim zaten, market poşetlerini üstüne dizdim. Eve çıkartınca balkonda attım aldıklarımı. 8 saat havalandırdıktan sonra eldivenlerimi maskemi takıp her ürünü tek tek domestoslu suyla köpükledim.

Kendimi öyle bir kaptırmışım ki un paketi suyu yiyip de çamur gibi olunca “aaaa yetti gari” dedim fırlattım elimdekini.

 

Dışarı çıkmak ayrı bir sorun, eve girmek apayrı bir sorun!

Kapıda soyunmaya başlıyorum tepeden tırnağa eve girmeden. Ayakkabılar gariplerim çamaşır suyuyla yıkanmaktan ağzı yüzü kaydı, ya hayret bir şey!

Evde her gün bir şişe çamaşır suyu bitiyor. Kapı kolu, tuvalet, lavabo, yerler, kapı pervazı, perde kornişleri, bulaşık makinesinin kapağını açınca altta kalan kısmı, dolap içleri, çekmece alt tabanları, duvarlar aklına neresi gelirse artık…

Ev ev değil bildiğin Hacı Şakir kalıp sabun üretim tesisi gibi kokuyor mübarek.

 

Bi taharetlenmediğimiz kaldı domestosla!

Onu da düşünmedim değil ama tırstım alerji olurum falan diye. Bi de bu şartlarda hastaneye de gidemem. Hem gitsem ne diyeceğim? “Doktor bey ben kıçımı domestosla yıkadım” desem adama beni doğruca psikiyatriye gönderir yeminle!

En doğal çözüm olarak beyaz sirkeyi sulandırıp yıkadım her yerimi.

Azcık turşu gibi kokuyorum sanki bana öyle geldi de bilemem tabi. Şu karantina döneminde koklatacak kimsem de yok ki test edeyim kokuyor muyum diye.

Bu duruma çare olarak 3 yaşındaki oğlum Kemal Ata yetişti imdadıma. “Kokla bakim annecim beni” dedim. Benim bıdık güzel şeye “çikolata gibi” diyor çünkü. Bi kokladı beni “iiyyyyyennççç” dedi ve ben ondan sonra bıraktım sirkeyle yıkanmayı. Sonra bastım kendime kolonyayı, diktim şişeyi tepeme boca ettim her yerime.

 

Oldum size Eyüp Sabri Tuncer!

Çakmakla yaklaşsan yanacak kıvamdayım sürdüğüm kolonyadan o derece yani. Zaten deterjanlardan ellerim çatlamıştı, bir de bu dezenfektan ve kolonyadan dolayı ellerim ve bütün vücudum egzamaya bağladı iyice. Hatır hatır uyuz kediler gibi kaşınıyorum, her yerim kabardı halı gibiyim. Bir de öylesine tatlı tatlı acımtırak yanma hissi var ki off evlere şenlik!

Benim gibi temizlik hastası bir başak kadını için yemin ediyorum işkence gibi bu karantina.

Temizlik ürünü ve aleti olarak internetten her gördüğümü aldım. Çok beğendiklerimi şimdiye kadar neden akıl edip de almamışım diye hayıflandım. Ama itiraf etmeliyim ki çok sinir olduğum ve büyük hayal kırıklığı yaşadığım cam silme aparatı tam bir fiyasko çıktı.

Üçgen şeklinde, cama içten ve dıştan yapışan mıknatıslı bir alet. Nasıl da sevinmiştim oysa “ohh bununla her gün camları silerim artık” diye düşünmüştüm.

Bir boka yaramadı anacım! Mıknatıs camı tutmadı. Bin kere denedim ama olmadı, attım çöpe. Ürünü aldığım siteye döşendim tabi o sinirle, şak diye engeli bastılar bana!

Evi yeri temizlemekten helak olan ellerime bakımlar yapmaya başladım. El, yüz, saç, bacak orası burası derken bildiğin Banu Alkan modunda dolaşıyorum evde.

Saçımda havlu, üstümde bornoz, bacağıma bilmem ne kremi, yüzümde falanca maske… Havuz kenarına parmak ucumun ilk boğumuyla basarmış edasıyla salondan mutfağa geçiyorum görmeniz lazım.

En son geçen gün Kemal Ata yüzümdeki altın maskeyi görünce “çohh saçma bişi bu” dedi ve bana örümcek adam oyuncağını fırlattı. Neymiş efendim örümcek adam olmuş ve benim yüzüme ağ atmış! (Ağ da altından yalnız dikkatinizi çekerim!)

Örümcek adamla konuşmalar, Hulk’la sohbet etmeler, Pijamaskeliler’le yemek yemeler, Heidi ve Peter’i şirret Teressa’ya karşı uyarmalar, Rafadan Tayfa’daki Hayri’ye “az ye!” diye çıkışmalar…

Ben şu anda oyuncaklarla ve çizgi film karakterleriyle bildiğiniz sohbet ediyorum ciddi ciddi!

Banyoya elimi yıkamaya giderken Bulmaca Kulesi’ndeki Aslı ve Mert gibi dans edip şarkı söylüyorum “hadi güzel arkadaşım elini yıka” diye.

Normalim dimi??!!!

Cıncırlı Bey…

Korkularınız var mı?

Kediden, köpekten, böcekten, yılandan, kuştan, uçaktan… En çok hangisinden korkarsınız?

Sizdeki varlığını bilmediğiniz korkularınız var mı peki? Benim varmış mesela!

Evet gerçekten varlığından haberdar olmadığım bir korkum varmış: Açık alan korkusu!

Bilenler yazsın lütfen bendeki bu sonradan fırtlayan korku durumunun açıklamasını. Olabiliyor mu böyle bir şey? Yani normalde olmayan yada varsa bile kişinin bilmediği, fark etmediği ama sonradan ortaya çıkan korku/fobi oluyor mu? Yoksa bu da mı bana özel bir şey bilmek isterim, yazın bana lütfen.

Bu açık alan korkusu nasıl ortaya çıktı onu anlatayım size.

Aslında trajikomik bir olay bu yaşadığım. Anlatayım da siz karar verin bakalım, bendeki bu durum ne.

Geçen hafta sonu bir AVM’ye gittim. Oğlum için alış veriş yaptım, kitapçıdan iki tane kitap aldım. Bir yerde oturdum yemek yedim, kahvemi içtikten sonra canım film izlemek istedi. Hazır gelmişken buradaki sinemaya bakayım, hangi filmler var dedim.

Şansıma tam da izlemek istediğim güzel bir komedi filmi denk geldi. En son seansta yer bulabildim. OIsun nasılsa evde bekleyenim yok dedim kendi kendime, biraz daha kitabımı okuyup zaman geçirmeye karar verdim.

Filmin başlama saati gelince geçtim salona, gömüldüm rahat deri koltuğa. Ohh dedim keyfim ve ben baş başayız 🙂

Son seans olmasına rağmen salon hıncahınç doluydu ki bu da özellikle benim sevdiğim durumlardan biridir zira komedi filmlerinde ben insan gibi gülemediğim için, en azından kalabalıkta anırmayla karışık kahkahalarım arada kaynamış oluyor böylelikle.

En son izlediğim Bold Pilot filminde rezil olmuştum çünkü! O güzelim at mı koştu o pisti yoksa ben mi ayırt etmek zor oldu yanımdakiler için.

Film bittiğinde ayaklarım neden acıyor acaba diye düşünürken ben, arka sıramda oturanların “ablayı salsak piste Bold Pilot’dan daha hızla koşacaktı!” dediğini duyunca yerin dibine girmiştim! Sırf bu yüzden yere bir şey düşürmüşüm de arıyormuşum gibi yapıp, tüm salonun boşalmasını beklemiştim çıkmak için.

Neyse ki bu sefer komedi filmi izleyecektim ve herkes en az benim kadar gülecekti. Tam da tahmin ettiğim gibi oldu çok şükür.

Tabi arada benim cıyaklamayla karışık kahkahalarımı, çok bomba bir sahnede çıt çıkmazken “haassssttrrrrr” deyişimden sonra tüm salonun bana gülmesini saymazsak!

Gülmekten boğazım şişik halde filmi bitirdim kazasız belasız çok şükür. Sinemadan çıktık, koloni halinde yürüyen merdivenlerden indik. En son seansta izlediğimiz için, film bittiğinde AVM çoktan kapanmış durumdaydı. Herkes hızlıca çıkışa gitti doğal olarak. Ama işte sorun burada başladı benim için.

Ben nereden çıkacağım?

Arabayı park ettiğim kapalı otoparkın girişi neredeydi acep? Girerken geçtiğim kapılar kapanmış ve ben girdiğim yerden çıkamıyorum! İlk girişte önünden geçtiğim mağazaları aklımda tutmaya çalışırım böyle durumlarda ama bu sefer o da işe yaramıyor maalesef hiçbirini bulamıyorum. AVM kapandığı için ışıklandırma azaltılmış ve birçok girişi de kapatılmış durumda.

Kendimi ormanda kaybolmuş Hansel ve Gretel gibi hissediyorum ve ne yazık ki cebimde ekmek kırıntısı da yok!

Çok katlı kapalı otoparkın kaçıncı katına park ettiğimi, park yerinin ne renkte olduğunu, kaç numaralı hangi harfli kolona arabayı bıraktığımı hatırlıyorum Allaha çok şükür. Ama işte oraya gidiş yolunu bulamıyorum bir türlü.

Daha beş dakika önce birlikte merdivenlerden indiğim onca insan nerede? Kimsecikler yok etrafta! Loş ışık içinde labirentte peynirini arayan kobay faresi Hamster (hazır lafı açılmışken, bununla da ilgili bir olayım var, hatırlatın bana bir ara yazayım bu Hamster maceramı da) gibi dolanıyorum koridorlarda.

On dakika sonra Hamster’lıktan deli danaya terfi ederek, depar atmada level atlamış oldum koca AVM içinde!

Sonunda bir yürüyen merdiven buldum oh dedim. Ama demez olaydım! Çünkü merdiven yürümüyor, duruyor!

O koca merdivenlerden dabada dubada langır lungur indim ve kapalı otoparka vardım.

Ay varmaz olaydım!

Koccaaa otoparkta bir tek ben varım! Önce sakin sakin, vakur ve küçük adımlarla yürümeye başladım. Ben yürüyorum, arkamda bir ayak sesi!

Dönüp bakıyorum etrafta kimse yok. Adımlarımı hızlandırdım, arkamdaki kişi de benimle birlikte hızlandı. Dönüp baktım kimse yok.

Zaten ortam loş, ışık mışık yok bir de arkamdan gelen ne idüğü belirsiz ayak sesi! Çıldıracağım az kaldı!

Çıkardım cep telefonumu, açtım kamerasını, selfie modunda videoya bastım. Arkamdan kimin geldiğini göreyim ki bana bir şey yaparsa elimdeki telefonumda kaydediyorum nasılsa, kriminale cinayet büroya canlı delil olsun yakalansın ırz düşmanı!

Yok ayol kimse! Ses var adam yok!

Kendi ayak sesimmiş boş otoparkta yankılanan!

Hadi kızım kendine gel, sakin ol saçmalama diye motive ediyorum kendimi ve hızlıca arabamı bulmaya çalışıyorum bu arada.

Etrafta ilaç için bir tane insan olmaz mı ya? Hani nerde yukarıdaki insan kalabalığı? Yok işte yok! Benim araba da yok ortada!

Sanki yer yarıldı içine girdi o kadar insan!

Acaba deprem mi oldu? Hayatta kalan tek insan ben miyim? Meteor falan mı çarptı dünyaya ha? Uzaylılar mı saldırdı acaba? Yoksa ben zamanda kırılım mı yaşıyorum nedir bu yalnızlık?

Dünyada kalan tek insan bensem şu anda, Adamoğlu’nun devamı için bana kutsal bir görev mi düşüyor acaba? Öyleyse beni maymunla mı çifleştirirler? Yok devenin nalı! Şaftın kaydı korkudan iyice mala bağladın kızım ya!

Baktım ki bu iş böyle olmayacak, kafamdaki deli sorular beni yiyecek, döndüm aynı yolu gerisin geri, girdim tekrar AVM’ye.

Girdim de, o yürümeyen merdivenleri çıkmak var şimdi bir de! Hadi koçum yaparsın sen, al bir derin nefes oohhh çeekk çek çeekk içine aferinnn bak sigarayı bıraktın iyi oldu gördün mü dedim, ya Allah bismillah deyip topukladım merdivenleri.

Kan ter içinde çıktım merdivenleri ve koştura koştura güvenlik noktası aradım. Karşımda güvenlik görevlisini görünce askerden gelen manitam gibi sevindim valla.

Adamcağızlar oturmuşlar muhabbet ediyorlar. Ben zaten kendi derdime düşmüşüm, ölmüşüm korkudan, ne konuştuklarını anlamadım ama bir laf duydum ki beni benden aldı. Ayıp olmasın diye sözlerini de kesmek istemedim. Aynen diyalog şu:

Güvenlik Görevlisi 1:“Anamlar memlekete Elbistan’a gittiler akrabanın düğününe.”

Güvenlik Görevlisi 2: “Oooo masraftasınız desene! Elbistan’ın para birimi ne hacı abi?”

Güvenlik Görevlisi 1: “Laa oğlum bi git yaa cahil!” (kahkaha patlattı abi)

Güvenlik Görevlisi 2: “Niye güldünkine? Elbistan avro mu gullanıyii?”

Güvenlik Görevlisi 1: puuuaaahhaaaaaaaa

Güvenlik Görevlisi 2: “Oraalaada rakı neyim ucuz ise getiregoysunlaaa giyeceedim ne gülüyon laa?”

Güvenlik Görevlisi 1: “De geet deli manyahhh.. Oolum Elbistan gavır memleketi deell, Kahramanmaraş’ın kazası laaa!”

Güvenlik Görevlisi 2: “hııııyyy!”

Ben tabi kendi şokumdayım o anda. Normal zamanıma denk gelse bu olay, anasını ağlatırım esprinin ama devrelerim yanmış o anda, heder ettim tatlı olayı.

Anlattım durumumu, arabamı bulamıyorum bana yardım edin dedim. Bir de tabi burnum yere düşse gururdan dönüp bakmama huyum var ya, huyum kurusun, korktuğumu da belli etmemeye çalışıyorum bir yandan.

Adamcağız anladı tabi yüzümden boncuk boncuk akan teri görünce.”Siz aşağıya inin, bir görevli yönlendiriyorum hemen size. Cıncırla yanınıza gelip size eşlik edecek” dedi.

Sevinçten atlayıverecektim adamın boynuna yeminle.

Gerisin geri indim o yürümeyen merdivenleri tekrar. Üçer beşer atladım indim aşağıya. Beklemeye başladım otoparkın kapısında. Üç beş saniye sonra cıncırla güvenlik görevlisi geldi yanıma. Ama o anda bende nasıl bir rahatlama, nasıl bir mutluluk anlatamam.

Tabi erken sevinmişim!

İnsan çok korkunca beyin hücreleri harikiri yapıyor bak bu kesin bilgi yayalım! Cıncırla gelen adam “beni takip edin” dedi ve fırrtt diye kayıverdi yanımdan, gitti. Ben sandım ki, adam beni yanına alacak ve birlikte gideceğiz arabamın yanına.

Cıncır dediğin avuç içi kadar alet. Adam ayaklarıyla üzerinde zor duruyor zaten bir de beni mi taşıyacak yanında? Hayır yani ne bekliyordum ki anlamadım? Beyaz atlı prens gibi gelip, atının terkisine beni atıp mı gidecekti?

Korkudan iyice sıyırdım, contalarım yandı gece gece.

Cıncırlı abi fırt diye gidiverdi taaa öteye. Ben yine dımdızlak kalıverdim loş ışıklı kapalı otoparkta. Bu sefer koşmaya başladım adamın peşinden. Bi de kibarlığımdan ödün vermeyeceğim ya, şöyle sesleniyorum arkasından “seeküüriitiiiiii, güüüvennliikkkkk, bakar mısınızzz”!!!!!!

Islık çalmayı bir türlü öğrenememiş olmanın acısını işte o an iliklerime kadar hissettim yemin olsun!

Adamcağız duydu sesimi, bekledi beni. O önde, ben arkada gittik arabanın yanına.

Benim kara şimşeğin (arabama isim koydum, kara şimşek, nasıl güzel mi?) yanına gelince güvenlik görevlisine en içten teşekkürlerimle birlikte bir miktar da bahşiş verip bindim arabaya.

Kontağı çevirdim, gaza basacağım ama bir eksik var!

Sağ bacağım yok!

Sağ bacağımı hissetmiyorum! Allahım yarebbim felç mi oldum ne? Yok ya felç falan değil bu, bildiğin Parkinson oldu sağ bacağım!

Sağ bacak parkinsonu oldum ben!

Çimdikliyorum, yok hissetmiyorum! Torpidodaki minik manikür setini aldım elime. Aç parantez, arabada manikür seti ne alaka diyenler için küçük bir açıklama; kaza bela olur emniyet kemeri sıkışır Allah muhafaza o zaman o setin içindeki makasla keser kurtulurum diye bulunduruyorum, kapat parantez. İçindeki törpüyü çıkartıp sağ bacağıma batırdım sivri ucunu. Ahh canım acıdı yaa! İnsan kendisine bu kadar haşin davranır mı ayol?

Tamamen korkudan titrek oldu sağ bacacığım! Bastım gaza geldim evime çok şükür.

Bir daha da gece son seansta film izlemeye tövbe ettim.

Bu arada, o AVM’de hangi katta hangi köşede ne mağazası var sorun, ezbere söyler, krokisini çıkartırım evelallah.

Anneleri Üzmeyin…

“Bir çocuk doğurdum, bütün dünyam değişti!”

Bekârken, çocuğu olan arkadaşlarımdan en sık duyduğum söz buydu. Yüzlerine karşı kırılmasınlar diye bir şey söyleyemezdim ama içten içe gıcık olurdum böyle konuşanlara. “Ne var yani, tek doğuran sen misin?” demek gelirdi içimden.

Çocuk cıyıltısından kafam tutardı resmen. Ağlayan zırlayan bebeğe asla tahammülüm yoktu. Hele o bez değiştirme olayı tam kâbusumdu. Boklu sidikli bez kokusunu duyduğumda kusardım.

“Anne olunca anlarsın” lafının tam manasıyla anlamını doğurunca anladım gerçekten.

İnsanın bütün dünyası nasıl değişiyormuş gördüm. Yapamam edemem dediğim her şeyi zevkle yapar hale geldim.

Gaz sancısı tutunca küçücük bir pırt yaptı mı diye kıçının dibini kokladım. Verdiğim her gaz damlasının tadına önce ben baktım, bebeğimden önce pırt pırt atan ben oldum!

Bu anne sütü nasıl bir şey acaba diye öldüm meraktan, sağdığım sütümden bir fincan içtim. Fena değilmiş tadı valla.

Biberon mamasına geçince tadım uzmanı olarak onu da denedim tabi. Ay bu bebekler neden deliriyor bu mama için anlamıyorum ki? Tatsız tuzsuz bir şey o mama ama seviyor işte veletler yapacak bişi yok.

Yalnız belirtmeden geçemeyeceğim, anne sütü emerkenkiyle mamaya geçinceki çişinin tadı farklı! Evet valla farklı!

Emdiği zamanki çişi su gibi, tat tuz koku yok ama mama içerkenki çiş bildiğin çiş işte! Denedim baktım tadına ordan biliyorum. “Ay bu manyak!” demeyin duyarım ben!

Bekârken salladığım büyük lafların sınavını, bebeğim kabız olunca verdim. Keçi boku gibi minik minik çıkartınca ilaçtı, kuru kayısıydı, zeytinyağıydı ne dedilerse yaptım.

Parmak uçlarımla tek tek kıvamına baka baka kırdığı oyuncaktaki yuttuğu boncuğu çıkarttı mı diye baktım. Bokunda boncuk bulmak deyimini fiilen yaşadım yani.

Evlenmeden önce hoobaa eller havaya modundayken, evlenip çoluk çocuğa karışınca mütedeyyin ev hanımı takılanlara çok gülerdim. Fasıllı rakılı ınstagram fotolarından sonra paso bebek videosu koyanlara gıcık olurdum.

Eee yavrum bu kadar çok gıcık olursan Allah senin başına da verir! Dimi ama? Verdi de zaten…

Oğlum Kemal Ata’dan sonra Instagram paylaşımlarımın çoğu değişti. Onunla güldüğüm, eğlendiğim tatlı anları paylaşmayı seviyorum. Anı kalsın istiyorum, telefonlara güvenmiyorum çünkü. Bir de benim gibi teknoloji özürlüyseniz yanlış bir tuşla bütün videoları fotoğrafları silebilirsiniz. Yok anacım bilgisayara da yüklenemiyor! Ben beceremiyorum işte.

Dikkat ediyorum elbette paylaşımlarımda. Çocuğunun banyoda çırılçıplak yıkanırkenki hallerini herkese gösteren pedofilik manyaklardan değilim!

Onlardan da çok var etrafta, iyi bakın etrafınıza, konu komşunuza dikkat edin, neler paylaşıyorlar bakın!

Bakın görün ki ona göre davranın, çocuğunuza nasıl davranıyor gözlemleyin!

“Aman canım sen abartıyorsun, ne var sanki onda, sevmiş işte çocuğu hem onun da üç tane evladı var” diyenlere kulak asmayın! Uzak tutun çocuklarınızı böylelerinden!

 

Kendilerini sergileyenler, çocuklarını da sergilemekten çekinmezler!

 

Yeri gelmişken söyleyeyim, bir de böyle tipler en namuslu takılanlardır! Sözüm ona kocasından çok çekinen, kocaları da maço geçinenlerdir. Instagram hesaplarına falan sadece kadınları eklerler güya ama paylaşımlarını bir görseniz üühüüvvv….

Dediğim gibi ben de paylaşıyorum çocuğumun fotoğraflarını videolarını. Ancak %100 değil elbette. Hayata dair, gezip gördüğüm yerlere dair, okuduğum kitap, sosyal içerik, faydalı bilgiler vs vs…

Arada bir şöyle tipler çıkıyor, “ay koyma Kemal Ata’nın fotosunu nazar değecek!”

Değmez annem sen rahat ol! Ben pozitif düşünen biriyim, olumlu enerjiye inanırım hep. Duamı okumadan ne bir kaşık yemek veririm ne de uyuturum çocuğumu.

Çakralarını da açarım, negatif eterik kordonu da keserim rahat ol sen. Yeter ki asıl sen kem gözle bakma!

Çok için gidiyorsa kaldır totonu doğur sen de koy fotosunu ya da baktın ki hala rahatsız oluyorsun benim paylaşımlarımdan, çıkart beni listenden bu kadar basit!

En başta da dedim ya, ben de böyleydim eskiden. Böyle tepkiler verirdim. Anlıyorum o yüzden böyle diyenleri. Ama işte anne olunca gerçekten çok değişiyormuş her şey.

Mutluluğunu paylaşmak istiyorsun, senin güzel gördüğün gibi sevdiklerin de görsün istiyorsun.

Aylarca sabırla beklediğin bir tek “anne” deyişini zafer kazanmışcasına gururlanarak ilan etmek istiyorsun.

Ya da benim gibi boşanmış, çocuğuna tek başına bakan bir anne olarak destek görmek istiyorsun…

“Gelinin yaşı var sigara da içiyor, iyi çocuk doğurabilmiş!” diyenlere inat belki de göstermek istiyorumdur dünya güzelimi!

Sen anlamasan da, beni diğer anneler anlar be kardeş sen rahat ol….

Hayatımız sosyal medya zımbırtısından ibaret değil elbette. Orası hayatın filtreli kısmı!

Sabahın altısında başlayan maraton var benim önümde… Bütün gün koşturmaca ile geçen saatler… Hem iyi bir anne olmak zorundasın hem de evi çekip çevirmek…

Çocuğun en az iki çeşit yemeği, sirkeli suda bekletilmiş meyvesi, akşamdan mayalanmış ev yoğurdu, ara öğünü, yıkanıp çorabına kadar ütülenmiş kıyafetleri, evin temizliğini alışverişini yardımcım olmadan hepsini tek başıma yapıyorum ben.

Bütün bunları yaparken çocuğumla her dakika birlikte, güle oynaya yapmaya çalışıyorum.

Akşam saat onbirden sonra ayaklarımı uzatıp bir kahve içmeye fırsatım oluyor, o da yorgunluktan uyuyup kalmadıysam şayet! Yada bütün gün koşturmaktan yemek yemeği unuttunca karnımın guruldamasından acıktığımı anlıyorum ancak o saatte.

“Ne var canım boşanmasaymışsın! Havuzlu bahçeli villada rahat batmış” diyenlerin ağzının ortasına kürekle vurasım geliyor içimden!

Kimse kimsenin ne yaşadığını bilemez. Çok mutlu, huzurlu, sevgi saygı aşk dolu bir yuvayı el kadar bebekle bırakacak kadar delirmedim çok şükür!

“Ee madem sen istedin ayrılmayı ne halin varsa gör!” diyerek ellerini ovuşturarak karşıdan bakıp seyredenlere, en ufacık bir hatamı bulmak için aportta bekleyenlere inat, evimdeki huzurla taklalar atıyorum valla!

Bebeğimi emzirdiğim için beni İNEK diye çağıran yok, ulu önderimiz Atatürk’den esinlenerek çocuğuma gururla koyduğum adı beğenmeyip ağzını burnunu büzen yok, “çocuğu sen doğurmuş olabilirsin ama söz hakkı bizde” diyerek parasıyla üstünlük kurmaya çalışan ve buna seyirci kalanlar yok….

Kavga yok gürültü yok. Mutluluk var çokça huzur var Allah’a şükür.

Geçen gün çocuğu parka götürdüğümde beni çocuk bakıcısı sandı diğer bakıcılar! Bütün bebelerin yanında bakıcısı var haliyle, “İlaydaaa be ceraful” diyor Filipinli çekik gözlü.  

“Siz kaç yıldır bakıyorsunuz” dedi birisi, atlayıverecektim üstüne!

Evinde temizlikçisi, çocuğuna bakıcısı, parası gani olana hayat güzel tabi!

Ben bilmiyor muyum gezmeyi tozmayı eğlenmeyi? Alasını biliyorum elbette! Milyon tane arkadaşım var her gün arayıp soran, şuraya gidelim diye planlar yapan…

Ama işte benim gibi tek başına mücadele eden bir anne isen önceliklerin farklı oluyor. Özenle yapılmış makyaj, fönlü saçlar, şık kıyafetlerle çocuğumun elinden tutup gezmek istemez miyim ben de?

Siz rakı masasında kalamarınızı gömerken, benim gibi annelerin bunları yaşadığını bilemezsiniz elbette o yüzden kime nasıl laf söylediğinize bir daha düşünün derim!

 

 

Daktilo…

daktilo

Yazmak, kendi kendine konuşmaktır.

Sesli olarak yapamadığın eylemi, parmaklarınla fiiliyata dökmek aslında. Söylemek isteyip de söyleyemediğin, boğazında düğümlenenleri, kalbini sıkıştıranları, sinirden beyin hücrelerine harikiri yaptıranları, çokça da hayalindekileri ifade etmektir bir bakıma…

Doğuştan gelen bir yetenektir aslında yazmak. Çok iyi konuşan, iyi hatip olanlar bazen iyi yazamazlar. Söylemek istediklerini kâğıda dökenler, gerçek meramını kaliteli biçimde yazıp, ne demek istediğini okuyanlara geçiren usta kalemlere her zaman saygım sonsuz olmuştur.

Arkadaş muhabbetinde şahane fıkra anlatırsın, herkes yerlere yatar, “bi tane daha patlat” der millet ama bunu yaz deseler kupkuru kalır, o duyguyu geçiremezsin, okuyan gülmez o fıkraya. İşte böyle bir şeydir yazma kabiliyeti.

Bir yudum suyu öyle bir yazarsın ki, okuyan kişinin dudakları kurur, yutkunur, canı su çeker. Budur işte yazmak! Susayan birinin karşısına geçip bir bardak suyu lıkır lıkır içsen canını çektiremezsin belki ama yazdıklarınla deli gibi susatırsın.

Gregor Samsa’nın bir sabah, huzursuz edici rüyalarından uyandığında, devasa bir böceğe dönüşmüş olarak kendini yatağında bulduğu, Kafka’nın o muhteşem eseri Dönüşüm’ün bendeki yeri ayrıdır. İlkokul çağlarında okuduğum bu şahane eser ile tasvirin gücüyle tanışmış oldum. Belki de bendeki ilk yazma hevesi bu kitapla başladı.

 

Düşlerinde herkes özgürdür…

Düşlediklerimi tasvir gücüyle beslediğim yazılar yazmak en çok istediğim şey olmuştur. Düşlerinde herkes özgürdür çünkü…

Bu konudaki ilk deneyimim ortaokul yıllarında oldu. Yaşadığım şehirde öykü yarışması düzenlenmişti. Yarışma ve ödül hiçbir önem arz etmezken benim için, içimdeki yazma istediğini perçinleyecek bir faaliyetin olması çok heyecan vericiydi.

Sıra dışı bir şey yazmalıydım!

Ortaokul ikiye giden bir çocuk için “sıra dışı” şey ne olabilirdi ki!

Okuyanların merak edeceği ve hatta “helal olsun” diyeceği türden bir şey olmalıydı konu. Ama ne?

Günlerce bunun üzerinde düşündüm… Evdekilere sordum “öykü yarışması var, ne yazayım?” dedim. Şahane cevaplar geldi!

Annem “beni yaz beni! Bak nasıl saçımı süpürge ediyorum” dedi! Babam “iyi bir evlat, hayırlı bir vatandaş nasıl olur onu yaz” dedi! Kardeşime sordum, garibim daha bıdıcık, dünyadan haberi yok, elindeki bez bebeği Aliş’i salladı!

Anladım ki bizimkilerden fayda yok bu konuda bana! Düşünmeye devam ettim, ne bulabilirim konu olarak diye…

Okul çıkışında sokak lahmacunu satan bir amca vardı (ay canım çekti şimdi bak, olsa da yesek), adını bile hatırlamıyorum şimdi o amcanın. Annem çok kızardı “sokakta satılan bişey yeme” diye tembihlerdi. Ama illa alırdım o lahmacundan. Ortasına koyduğu domatesin tadı hala damağımda valla!

Bir gün, okul çıkışında yine o amcanın tezgâhında toplandık, arkadaşlarla lahmacunları gömüyoruz… Sıranın benim lahmacuna gelmesini beklerken sohbet ediyoruz amcayla. Adamcağız yaşadıklarından, tecrübelerinden bahsedip bize öğütler veriyor…

Nasıl olduysa konu birden savaşa geldi. Kore gazisi olduğunu söyledi. Kore’de yaşadıklarını anlattı.

Bende ampul yandı birden!

 

Kore neresi ki?

Kendi sıramı arkada bekleyenlere verdim ve adama yaklaştım iyice. Daha çok anlatsın diye ağzının içine gireceğim meraktan. Bu ilgim adamcağızın da hoşuna gitmiş olacak ki detaylandırarak anlatmaya devam etti…

Elime tutuşturduğu lahmacunla ben hülyalara dalmıştım bile!

Ertesi gün yine lahmacuncu amcanın yanında bittim tabi ben. Ve bunu takip eden birkaç gün yine o amcadan Kore hikâyelerini dinledim büyük heyecanla. Ben sordukça o anlattı, o anlattı ben kafama kazıdım söyledikleri…

Öykü yarışması için yazacağım konuyu bulmuştum!

Her gün lahmacuncu amcadan dinlediklerimi kafamda canlandırıp, eve koşarak gidip anlatılanları unutmamak için defterime yazıyordum.

Bu böyle bir hafta kadar devam etti.

Ve sonra….

Oturdum defterimin başına, yazdığım notları tek tek binlerce kez okudum, ezberledim. Geceler boyu o yazılanları kafamda canlandırdım. Öykünün temasını hayallerimde oluşturmuştum bile!

Babam o lahmacuncu amcaydı. Anadolu’da bir köyde yaşıyorduk. Ben sekiz yaşında bir erkek çocuğuydum. Annem kardeşime hamileydi. Babamla birlikte tarlada saman balyalarken köye jandarma gelmişti ve babamı Kore’ye götüreceklerini öğrenmiştim.

Annemin gözyaşlarını silerken babamın arkasından bir tas su dökmüştüm onu uğurlarken. Zaman kavramını unutup günler geceleri, geceler haftaları, haftalar ayları kovalamıştı babamın yokluğunda. Kardeşimin doğduğunu da görememişti babam. Gitmişti ve gelmemişti… Her gün dua ediyordum babama dönsün diye ama dönmüyordu. Tarlalarda, bağlarda, bahçelerde bulduğum her işe gidip bazen çapa yapıyordum, bazen çift sürüyordum. Evin erkeği bendim artık. Bir gün köyün muhtarı geldi kapıya. Ne söylediyse anneme kadıncağız orada düşüp bayıldı. Babam ölmüşmüş! Başımız sağolsunmuş! Şehit olmuşmuş babam! Ben inanmadım buna. Çünkü benim babam ölmezdi ki! Ölemezdi! O giderken su dökmüştüm arkasından çabuk gelsin diye. Ben inanıyordum bir gün babam gelecekti….

Evet yazdığım öykü buydu. Sadece bu kadarını hatırlıyorum maalesef….

Kafamdaki kurguyu günlerce defterime yazdım. Şimdi sıra temize çekmeye gelmişti.

El yazımla yazmak istemedim nedense, belki de daha profesyonel olsun istemiştim kim bilir…

O zamanlar bilgisayar falan yok maalesef. Tek çare daktilo ama o da bizde yok. Sınıf arkadaşlarımdan birinin babası, yerel bir gazetede çalışıyordu. Arkadaşımı binbir zorlukla ikna edip, beni babasının iş yerine götürmesini sağladım.

Hulusi Amca kulakları çınlasın, beni dinledi. İlgilendi benimle. Amacım yazdıklarımı temize çekmek için ödünç bir daktilo almaktı. Heyecanım hoşuna gitmiş olacak ki kabul etti. Koca bir valize özenle yerleştirdik daktiloyu. O ağır alet zarar görmesin diye yavaş yavaş, milim milim yürüyerek eve getirdim.

Ve başladım yazmaya!

İlk defa daktilo görüyorum ve çok heyecanlıyım. Hulusi Amca öğretmişti gerçi bana satır başı nasıl yapılacak, büyük harfe nasıl geçilecek, kelime arasındaki boşluk nasıl yapılacak göstermişti ama iş başa düşünce biraz zorlandım tabi.

Defterdekileri tek tek, her kelimeyi ezberleyerek yazdım.

İlk sayfalarda harf hatası yüzünden kaç tane kağıt attım kim bilir…

Tam üç gün boyunca durmadan yazdım…

Taktiki takk takk taakk tak tak seslerinden evdekilere sinir bastı haliyle. En son annem carladı “yeter be kafam şişti” dedi ve kaldırıverdi önümdeki daktiloyu. Salya sümük ağlayarak aldım elinden ve tamamladım öykümü.

İlk olarak babama okuttum yazdığımı. Okudu, okudu, bir daha okudu ve döndü bana “bunu gerçekten sen mi yazdın?” dedi. Nedense inanamadı adam! Ben de onun neye inanamadığı anlayamadım!

Sonra oturdum anlattım bütün olanları… Lahmacuncu amcayı, onun hikayesini, gazetede çalışan Hulusi amcayı ve daktiloyu…

Gözleri parladı babamın ve “aferin güzel olmuş” dedi.

Çok gururlanmıştım gerçekten. Babam beğendiyse tamamdı bu iş. Gönül rahatlığıyla yazdığım öykümü yarışmaya gönderebilirdim.

Ertesi gün okula koşarak gittim ve hemen müdür yardımcısının odasına çıktım.

Ceketimi iliklerken ve odanın kapısını tıklatırken ölüyordum heyecandan. Yazdığım öyküyü özenle şeffaf dosyanın içine koyup, mavi telli başka bir dosyanın içine yerleştirmiştim. Dosyanın üzerine adımı, sınıfımı ve büyük harflerle öykümün adını yazmıştım.

 

Kunuri…

Öykümün adı Kunuri idi. Kore Savaşında Türk askerlerinin en büyük kayıplar verdiği, çok yoğun çatışmanın yaşandığı bölgenin adıydı Kunuri. Bizim lahmacuncu amcanın gerçekten savaştığı ve bir kolunu bırakıp geldiği yerdi.

Müdür yardımcısı aldı elimden dosyayı masasının üzerine bırakıverdi. Bakmadı bile içindekine. “Yarışmayla ilgili havadisleri okulun panosuna asarız ordan bakarsın” dedi ve beni odasından çıkartmak için elini salladı.

İçime bir şey oturmuştu sanki. Belki de o anki heyecanımı fark etmesini, emek vererek yazdıklarımı göz ucuyla da olsa okumasını beklemiştim. Ama yapmamıştı.

Bu ilgisizlik karşısında boğazım düğümlenmişti ama kimseye bir şey söyleyememiştim.

Aradan geçen bir ay boyunca her gün odasına gittim, başka öğretmenlere sordum yarışmayı. Hiçbiri doğru düzgün bilgi vermediler. Ve sonunda bir gün okul panosuna beklediğim ilan asıldı. Yarışma sonuçlanmıştı.

Yazılı olan isimleri tek tek okudum ama benim adım yoktu. Birinci, ikinci, üçüncü ve mansiyon ödülünü alan öykülerin adı yazıyordu ama Kunuri yoktu.

Hemen müdür yardımcısının odasına gittim. “Listeye baktım ama benim öyküm yok hocam. Bir yanlışlık olmasın?” dedim. Bendeki özgüvene bakar mısınız! Odadaki diğer öğretmenler de duruma şaşırdılar haliyle. “Neydi senin adın, öykünün adı neydi?” dedi müdür yardımcısı. Söyledim.

“Haa o muydu! Sen mi yazdın onu doğruyu söyle bak kızmayacağız? Baban falan mı yazdı yoksa? Biz onu uygun bulmadık ve göndermedik yarışmaya” dedi!

O anda benim için zaman durdu sanki! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Söylenen sözleri kulaklarım duymuyordu, her yer uğulduyordu… Yaşadığım hayal kırıklığının tarifi yoktu.

“Evet gerçekten yemin ederim ben yazdım hatta size nasıl yazdığımı da anlatabilirim, ezbere de okuyabilirim her cümlesini” dedim gözlerimden yaşlar akarak…

Durumu anlayan ve benim çırpınışımı gören diğer öğretmen hemen ayağa kalktı “Tebrik ederiz seni. Gerçekten çok etkileyici bir öykü yazmışsın. Ancak bu yarışma ortaokul düzeyinde olduğu için senin öykün liseler arasında yapılacak yarışmaya daha uygun kategoride. Ama bu senin yazma hevesini kırmasın sakın! Biz düşündük sana okul olarak mansiyon ödülü vermeye karar verdik” dedi bir çırpıda.

Aslında böyle bir karar marar yoktu! O anda o öğretmenin tamamen durumu kurtarmak için uydurduğu bir şeydi bu.

Benim öykümü okumuşlar ve o yaştaki bir çocuğun yazamayacağını düşündükleri için yarışmaya göndermemişler! Ve büyük ihtimalle de başkasına yazdırdığımı sanmışlar.

Ben ağlamaktan ne dediklerini duymadım bile. Masanın çekmecesinden bir dolmakalem çıkarttı öğretmen, bana uzattı, yanaklarımı öptü. Aferinler bravolar gazlamalar…. Muhtemelen kendi kullandığı kalemi bana mansiyon ödülüymüş gibi verdiler…

Hayatımdaki ilk haksızlığa uğrayışım buydu. Günlerce ağladım… Babam gitti öğretmenle konuştu, öyküyü gerçekten benim yazdığımı falan anlattı.

Aradan yıllar geçti, kırklı yaşlarıma geldim, çocuğum oldu ama o gün o odada ağlayan o küçük kızın kalp kırıklığını hatırladıkça hala burnumun direği sızlar…

Yapamaz, beceremez demeyin çocuklara…

İnanın onlara…

Güvenin çocuklara…

İlla kendi doğurdunuz çocuk olmasına gerek yok, her çocuğu takdir edin.

İçlerindeki yeteneği keşfetmesini sağlayın…

Teşvik edin…

 

 

 

 

 

 

Çizgi Filmler…

çizgi filmler

 

Analarımızın klasik sözü vardır ya hani “ana olunca anlarsın”, şimdi ben tam da o anlama ve kavrama noktasındayım. Yan yatmalı, uzun oturmalı, sefa sürmeli moddan bebişli hayata dikey geçiş yapınca, insanın şaftı kayıyor ne yalan söyliim.

Kaplumbağanın en babasından hallice hamilelik geçirince, doğumdan sonra “oh çok şükür bu kabus bitti” dedim. Rabbim affetsin ama ben o hamilelik dönemini hiç sevemedim.

Yataktan kalkmak da yatmak da ayrı bir dertti. 36 numara ponçik ayaklarıma 43 numara erkek terliği sığmayacak kadar şişmiştim. Bildiğin ramazan davulu yutmuş gibiydi karnım. Benim gibi çıtıpıtı minyon hatunun o noktaya gelmesi mucizenin ta kendisi zaten.

Dilber Ay ablamız gibi kollarım oldu, pazularımda gamzelerim çıktı. Bacaklar desen Ronaldo! Sinirlendiğim birinin üstüne gülle gibi atlasam valla barsakları fırtlardı.

Oram buram çatlamasın diye sürdüğüm şeylerden dolayı yağlı güreş pehlivanı gibi dolaştığımı söylemiyorum bile!

Surat desen Sümerbank porseleni gibi! Bandır ekmeği sıyır yani o derece. Eğilip kıçımı görmeyi özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama oldu işte.

Patlamaya hazır bomba gibi dolaşırken içimde oynayan bebişi, gaz sancısı sanıp ilaç içmem de ayrı bir mallıktı kabul ediyorum!

Bütün o sıkıntılardan kurtuluş ve ilk karşılaşmanın verdiği hazzın tarifi yok elbette. O kadar minik elleri, yumuk gözleri, minicik dudakları görünce ne dert kaldı ne acı. “Oy sen ne minnoşsun, ay bu ne ponçikmiş” gibisinden sevinç hezeyanı bitince hayatın gerçekleriyle baş başa kalıveriyorsun sonunda! Oyuncak bebek değil neticede.

İlk günler altını değiştirmek en büyük korkumdu çünkü kürdan gibi bacaklarına zarar vereceğim diye ödüm patlıyordu. Her şey bir tarafa ama o emzirme hissi bambaşkaydı. Emerken gözlerimin ta içine bakması yok mu… Off… “Senin parçanım ey kadın! Uğraş bakalım benimle işin ne” der gibi bakıyordu resmen.

 

Uğraş dur işin ne!

Sevgisi, zevki o başka ama annelik gerçekten ciddi uğraş ve yaratıcılık isteyen bir hünermiş meğerse. Bi kere her şeyden önce zombi hayatına geçiş yapıyorsun. Uyku muyku dinlenmece olabildiğince az. Kafeinin gücü adına voltranı oluşturup, sinir hücrelerini bastırmayı öğreniyorsun.

İlk aylarda sıkıntı yok, koyduğun yerde uyuyor, dönme derdi falan yok.  Ama sonraki aylarda azcık ayaklanınca ilk kapatacağın yer prizler oluyor.

Benim gibi antinkuntin süs eşyasını seviyorsan yandın! Evde onlardan eser kalmadı, itinayla hepsini kaldırdım sakladım.

Dolap kapaklarını kilitledim, masa sandalye kenarlarına bantlar yapıştırdım düşüp de kafasını çarpmasın diye. Ne kadar örtü varsa hepsini tutup çekiyor piyano piyano bacaksız, örtüleri de kaldırdım.

Mama sandalyesine oturtayım da azcık rahat edeyim dedim ama ne mümkün! Kitaplar dergiler okuyorum, masallar anlatıyorum en uydurmasyonundan ama yok durmuyor çocuk.

Eskiden “bunun içinde kurt var” derlerdi şimdi ise folikasit bebesi oluyor bınlar! Çok bilinçli anne olma edalarıyla “2 yaşına kadar asla televizyon izletmicem, cep telefonu tablet hele asla!” diye höyküren ben, baktım olmuyor açtım televizyonu oturttum önüne.

 

Modern annenin televizyonla imtihanı!!!

Önce bizimkine değişik geldi herhalde izledi biraz, sonra sıkıldı, pek ilgilenmedi oyuncaklarıyla oynamaya devam etti. “Aman iyi” dedim, televizyona alışmasın.

Aldım kumandayı elime, tek tek bütün çocuk kanallarını izledim. Bakayım dedim bebelere ne gösteriyorlar. İlk defa müşerref olduğum alan, yabancısıyız ortamın yani.

Vurdulu kırdılı çizgi filmleri zaten kafadan eledim. “Onu geç, bu olabilir” falan derken, ben epey bi müptelası oldum çizgi filmlerin iyi mi!

Yalnız söylemeden edemeyeceğim, çizgi film yazarları falan baya gözümde yükseldiler. O ne yaratıcılıktır abi! Helal olsun. Tema standart aslında, fabl tekniği. Ama bazıları çok sinir bozucu geldi bana.

Mesela bi tane İspanyol kedi var, kafasında kocaman şapkasıyla geziyor ortalıkta. Bu şapşal Henry acıkıyor, koştura koştura lokantaya gidiyor. Dükkân sahibi de sıska Corç. Henry menüden yemek bakıyor “o değil, bu değil, şu değil, işte buuu!” diye seviniyor zavallı ama istediği yemek lokantada yok.

Bi kere mantık hatası var, olmayan yemeği menüye niye koyarsın dimi! Beceriksiz esnaf ödülünü almaya hak kazanan Corç, sanki çok mahcup olmuş gibi ayağını elini büze büze konuşuyor kediyle. Diyor ki “hiç patlıcan kalmadı ama istersen şurdan patlıcan alabilirsin!”

Birader hayvan zaten aç niye zavallıyı oraya buraya gönderiyorsun? Bizim Henry de ayrı bi mal, koştura koştura pazara gidiyo, orda bulamayınca market sahibi sağır bi karı var Isabella, mısır diyorsun kısır anlıyor. Dev gibi bişi. Ona soruyor. Orda da bulamayınca tarlaya gidip, istediği sebzeyi alıp Corç’a getiriyor. Üçkâğıtçı Corç da paldır küldür mutfakta yapıyo bişiler, Henry’nin önüne koyuyo. Bu salak bi de hesap öder buna bence! Azcık akıllı olsa tarladan malı direkt çekip satan kabzımal olurdu ama bu şapşik sadece mal olmuş işte!

Başka bir tane daha var böyle akıllara ziyan. Büyükbaba Jo! Adamın torunları ziyarete geliyor, iyi hoş Allah selamet versin.

Bu yaşlı kartaloz o el kadar bebelere iş yaptırıyo! “Hadi çocuklar size bir sürpriz yapmama izin verin” diyor bi de. Sen zaten sürprizin kralını yaptın bebelere ayol. Eşşek gibi çalıştırdı kızanları.

Yok o tekerleği şuraya koyun, yok bu renkli topu buraya koyun diye emir verip durdu. Sigortasız çocuk işçi çalıştırıyor alenen! O sabi sübyanların da sevincini görmen lazım ama hoplaya zıplaya oynuyor zavallılar. İş bitince de gariplerim evine gidiyor, “yarın yine gelin” diyor arkalarından bizim dede olcak kartaloz!

Bu çocukların da analarına iki çift lafım var: “Eyy hemşire bana bak hele! Dadaları salıyon dışarı ezan okununcaya kadar yoklar. Nerde bu kızanlar diye düşünmüyon da bravo valla! Şimdi eve geliyolar, arkalarına tülbent koy terlemiştir kızanlar. Baban olcak fikirsiz, amele etti bütün gün bebeleri diyiverem sana!”

Bir de şarkılar var ki sorma!!! Tombul yumurtanın teki duvara oturmuş, duvardan düşmüş tombul yumurta! Bak seenn!! Külliyen yalan ayol.

Yumurtanın duvarda ne işi var dimi? Kırılacağı belli zaten. Hem ayrıca doğru bilgi verin çocuklara lütfen, madem eğitici olacaksınız doğruyu anlatın. O yumurtanın menşei ne? Organik mi, serbest gezen tavuk yumurtası mı nedir yani? Tombulsa çift sarılı mı oluyor bilelim. Ayrıca niye tombul, tombullar alınmasın sonra bi düşünmek lazım dimi!

Elimde kumanda, tek tek çizgi film izlerken ben kaptırmışım kendimi. Benim çocuk hiç oralı değil ama anası olacak ben, resmen dalmışım televizyona. Ve üstelik de çizgi filmlere çemkiriyorum!

Yok olmaz bu böyle dedim, kapattım televizyonu aldım elime kitabı okumaya başladım benim pıntıra, saçını okşaya okşaya okudum elimdekini. Aaa uyudu bile!

 

Ben şimdi anne mi oldum?

ayaklar

İlk defa bir yazı yazarken bu kadar çok heyecanlandım. Kafamdakileri, duygularımı anlatmak gerçekten çok zor… Parmaklarımın yavaş çalışmasının bir sebebi uykusuzluk, diğeri de kulağımın “ağladı mı” diye tetikte oluşu. Sandalyeye kıçımın ucuyla oturuyorum çünkü her an yerimden fırlamaya hazır füze gibiyim. Çünkü ben bir anneyim artık!

Şaka gibi. Ben anne oldum ya! Hala inanamıyorum. Evlilik, çocuk bana ne kadar uzak şeylerdi oysaki. Ama şimdi kucağımda minnak bir oğlum var. Ve artık onunla ilgili maceralarımı yazmamın zamanı geldi…

 

Hay aksi bir sorun oluştu!…

Hamile olduğumu ilk öğrendiğimde şoke olmuştum. Bu duruma verdiğim ilk tepki de “Bu yaz rakı içemeyecek miyim!” sözüydü. Bir kadın normalde hamile olduğunu öğrendiğinde çok sevinir, havalara uçar falan dimi? Bendeki tepkiye bakın! Twitter ekranındaki “hay aksi bir sorun oluştu” cinsinden tepki yarattı bende hamilelik haberi.

Hayatımın şokunu hazmetmeye başlayınca artık hamilelik sendromuna “hoş geldin” demek icap etti doğal olarak. Hoplayıp zıplamalar, deli deli hareketler, kıçımı arı sokmuşçasına koşturmacalar bitti. Daha sakin davranmaya çabaladım.

Sağlıklı beslenmek en önemli yaşam felsefem oldu. Allahtan her şeyi yiyen, yemek ayırt etmeyen biriyim de zorlanmadım çok şükür. Hatta hayatım boyunca yapamadığım sağlıklı kahvaltıları bu dönemde yaptım. Simit poğaça çay devri bitti yani.

Ama her gün tartının üzerine çıkıp “kaç kilo aldım acaba” paranoyası 9 ay sürdü. İlk aylarda gayet normal giderken, yedinci aydan sonra bedenimdeki değişikliğe ve hızla aldığım kilolara artık müdahale edemez oldum ve tartılma seansları 15 güne çıktı. 49 kilo ile başladığım hamilelik maceram 69 kiloyla son buldu.

Tamı tamına 20 kilo aldım! Naim Süleymanoğlu’nun dişi versiyonu gibiydim vallahi! Hatta ondan bile daha şişman duruyordum! Ellerim, kollarım, bacaklarım bana ait değillerdi sanki. Ronaldo vari bacaklarıma, varil gibi göbeğime, boksör gibi kollarıma giyecek bir şey bulmak ise tam bir işkenceydi.

Şu siyah taytı bulandan Allah razı olsun, o olmasaydı 9 ay boyunca ne giyerdik acaba? Gardıroptaki 34 beden kıyafetlerime gözü yaşlı bakmışlığım çoktur…

Hatta bir keresinde “ne giycem ben” çıldırmacısıyla işi inada bindirip, siyah mini eteğimi kamyon tekerleğine dönen kıçımdan geçirmeye çalışırken caartt diye yırtılıverdi canım yepisyeni etekçiğim! Böylelikle diğer kıyafetlerimi de ziyan zebil etmemek için XXL beden yeni kıyafetler almamın zamanı geldiğini kabullendim.

Kıyafet işi hadi bir derece kolaydı ama asıl sorun ayakkabı! 36 numara olan minnak ayaklarıma 43 numara erkek terliği bile olmadı desem? 13 pontluk rengârenk stilettolarımı her seferinde inatla ayağıma geçirmeye çalıştığım doğrudur! “Belki bugün ödemim inmiştir” diye beyhude çabaladım aylarca…

Çorap desen zaten hiç giyemedim, kavanoz dibi gibi olan ayak bileklerime ancak erkek çorabı olabildi!

Normalde çok üşüyen ben, hamilelikte yandım yandım kavruldum yeminle! Haziran ortalarına doğru içimdeki yün fanilayı ve yatağımdaki elektrikli battaniyeyi çıkartabilen titrek anemiklerden olan ben, hamileliğimin denk geldiği kış döneminde ip askılılarla dolaştım. Zavallı kombi koca kış boyunca minimumdan üstününü göremedi.

Yattığım yerden kalkmak! İşte o anlarımı videoya alsam kesin tıklanma rekoru kırardı. Şimdi bir kaplumbağa düşünün, şöyle en babasından heybetlice. O kaplumbağanın kabuğunun üstüne ters döndüğünü düşünün, hah işte ben! Birinin yardımı olmadan asla yataktan kalkamıyordum. “Ben bu haldeyken deprem falan olmasın maazallah” diye dua ediyordum.

Hamileliğin en güzel tarafı içindeki varlığın hareketlerini hissetmek. Onunla konuşunca tepki vermesi dünyanın en güzel ve tuhaf olayı. Gerçi ben bu noktada da yine gariplikler yaşadım, zaten yaşamasaydım şaşardım! Üçüncü ayda midemde ve barsaklarımda garip hareketlenmeler hissettim. Sanki gazım varmış gibiydi. “Üşüttüm herhalde” deyip gaz giderici ilaç içtim.

Bir hafta falan böyle ilaç içmeye devam ettim ben ama içimdeki hareketlenme geçeceğine daha da çok arttı. Rezene içtim, ayağıma iki çift çorap giydim, üşütmeye bağlıdır diye ne bulduysam denedim ama yok arkadaş barsaklarım kımıl kımıl oynuyor! Sonra doktora kontrole gittik, “artık bebeğin hareketlerini hissetmeye başlamış olmalısınız” dedi doktor ve ben o an ne halt yediğimi anladım!

Benim gaz sancısı sanıp habire ilaç içtiğim şey meğerse bebişin hareketleriymiş iyi mi! Ah benim salak kafam ya! Sonra aldı mı beni bir korku. Ya ilaç içtiğim için bir şey olsuysa diye kendimi yedim günlerce. Doktora da utana sıkıla söyledim böyle yaptım ben diye, adamcağız kibarlığından bir şey demedi ama içinden kesin “mal bu kadın” demiştir!

Ondan sonraki dönemde her kontrole gittiğimde ultrason cihazı en yakın arkadaşım oldu. Bebişin her hareketini görmek, iyi olduğunu bilmek, parmaklarını saymak, kafasını ayaklarını kollarını ölçtürmek, geçen sefere göre boyu ne kadar uzamış kaç gram kilo almış hesapları yapmak en temel meşgalem oldu. Hatta işi abartıp eve bir ultrason cihazı almayı bile düşündüm.

Kiloydu, ne giyeceğim derdiydi falan bir yere kadar halloluyor ama şu hamilelik duygusallığı ayrı bir dert vallahi! Normalde katır inadı olan ben, duygusallığın yanından bile geçmezken hamileyken salya sümük ağlıyordum her şeye. İnsan yerde gördüğü karıncaya ağlar mı ya? Ben ağladım işte! Vay efendim bu karınca ya yolunu kaybettiyse, onun bebeleri de bekliyorsa, omzunda cüssesinden kat be kat ağır yük taşıyor da…. Bildiğin karıncaya oturdum höykürerek ağladım!

Haa bir de en önemli sıkıntı “çatlağım oldu mu?” korkusuydu! Aynanın karşısında saatlerce orama burama bakıp, elimle vücudumu karışlayıp kontrol etmişliğim çoktur. Yok bilmem ne yağı, yok şunun sapı, yok bunun püskülü, şu krem bu yağ derken sabahtan akşama kadar güreşe hazır Kırkpınar pehlivanları gibi dolaştım evin içinde. Allaha çok şükür milim çatlak olmadı! Bu arada o kremlerin yağların hiçbir fonksiyonu yok, önemli olan genetik miras anacım!

İnsanın huyunu suyunu değiştiriyor bu hormonlar. Sen, senlikten çıkıyorsun içine başka biri giriyor yeminle. Normal zamanda kızacağın şeye kızmıyorsun, kızmayacağın şeye tepe tüyün kalkıyor, ağlamayacağın şeye ağlıyorsun. Garip bir durum yani, yarı delilik gibi bir şey işte… Delirmemek mümkün mü ayrıca, limondan karpuz çıkıyor kolay mı?!

 

Ay ben nasıl doğurcam bunu?!

Öyle böyle derken geçti gitti koskoca 9 ay. Ve zurnanın zırt dediği yer geldi çattı! Doğum zamanı gelince sakinliğimi korumaya çalışsam da başarılı olamıyordum. Ödüm kopuyordu çünkü. Eğer öyle bir seçenek varsa şayet, doğurmaktansa sonsuza kadar içimde tutabilirdim ben bu çocuğu! Ama tabii ki öyle bir seçenek yok, el mecbur doğuracaktım. Ama nasıl?

İşte bu noktada evren sesimi duydu da bana torpil geçti! Benim gibi her şeyi enteresan bir kadının çocuğu da enteresan olur yani! Bebişim de benim gibi inat olduğundan zaten 9 ay boyunca doğru düzgün yüzünü göstermemişti, şimdi de doğum zamanı gelmesine rağmen normal doğum pozisyonunu almadı. Kafası hala yukardaydı yani. Bu durumda normal doğum yapamayacağımdan mecburen sezaryen yapmak durumundaydım. Ama gel gör ki ben ondan da korkuyordum!

Genel anestezi ile uyuyup ya uyanamazsam, oksijen vermeyi unuturlar da ölür kalırsam masada, evladım ben ölürken doğarsa, doğar doğmaz anasız kalırsa, ya anesteziden ayılırken kusarsam, saçma sapan şeyler söyleyip küfür falan edersem rezil olursam tüm sülaleye!

Allahım bu ne bitmek tükenmek bilmeyen bir ikilem ya! Ay ben ne yapacağım şimdi? Nasıl doğurcam bu çocuğu? Çok korkuyorum ya çok hem de…

Neyse ki tıp ilerlemiş anacım! “Belden aşağı uyuşturdular beni, hem acı hissetmedim hem de bebeğin doğuşunu gördüm” dedi bir arkadaşım, tamam dedim işte benim yöntem bu! Kontrol manyaklığı var ya bende, göreceğim bileceğim her şeyi ya, bu yöntem uydu bana. Zaten başka seçenek de yoktu!

Doğum yapacağım gün ölüyordum heyecandan. Daha doğrusu korkudan! Eğer izin verseler bir şişe viskiyi dikecektim kafama, o derece yani. İzin vermediler tabi!

Ben de heyecanımı yenmek için kendimce yöntemler geliştirdim, kuaföre gittim. Saç, makyaj, fön Allah ne verdiyse süslendim püslendim. Sanki doğuma değil de düğüne gidermiş gibi hazırlandım gittim hastaneye.

Yolda giderken de çantamdaki küçük not defterine vasiyetnamemi yazdım! Ölür kalırsam evladıma iki çift lafım olsun, anama babama kardeşime özür filan dileyeyim bari dedim.

Ölmedim çok şükür, o yazdıklarımı da kimseye vermedim. Sonradan millet okuyup da “ne salakmış bu” demesinler bari diye yırttım attım.

Vardık hastaneye, çıktık odaya. Hemşireler geldi, önce bir iğne yaptılar bana sonra ameliyat elbisesi giydirdiler. Sanırım sakinleştirici gibi bir şey yapmış olmalılar çünkü ben hafiften şehla olmaya başladım.

Üstümdeki elbiseyi çok beğenip, etek uçlarından tutarak laayy lay laay diye Polyanna gibi odada seke seke dolaşmaya başladım. Allahtan kardeşim hemen yetişti de topladı beni!

O kâğıttan bozma elbise vari şey bildiğin önlükmüş ve arkası yokmuş! Ben kıç baş ortada sekip duruyormuşum ortada! Beni aldı mı bir gülme! Durduramıyorum kendimi ama, deli gibi gülüyorum her şeye. Sinirlerim gevşedi iyice.

Sonra bir anda odaya bir sürü görevli geldi, dediler “vakit tamam gidiyoruz”! Haydi Abbas vakit tamam!… Ahan daaa sıçtık….

Yattığım yatakla odadan çıkarttılar, asansöre doğru götürdüler. O ana kadar gülen kıkırdayan ben, asansöre bindiğim anda ağlamaya başladım. Zangır zangır titriyorum korkudan!

Ameliyathaneden önce hasta bekleme odası gibi bir yere aldılar beni. Bir ara baktım ki yalnızım, kimse yok etrafta, yataktan inip kaçmaya çalıştım. Sonradan aklıma geldi ki benim kıçım açık! Bu halde de kaçılmaz ki!

Girdik ameliyathaneye, beni cenin pozisyonunda oturtup omuriliğimden iğne yaptılar. O anda bildiğim ne kadar dua varsa, kuantum evren melekler çakra geçmiş şifası bilumum enerjileri yolladım kendime. Hatta Kunut Duasını yarısına kadar hatırlayan ben, o anda şakır şakır okudum valla!

Öküzü bile bayıltan cinsten yaptıkları iğneye rağmen korkudan ve heyecandan “ben uyuşmadım” diye yıktım ortalığı. “Ayaklarını oynat bakalım” diyince doktor bir halt edemediğimi fark ettim. Bildiğin felç olmuştum ya! Bacaklarım ayaklarım yoktular! Hissetmiyordum hiçbir şey…

Üzerimdeki önlükten bozma elbiseyi caartt diye yırttılar ve etek ucundan tutup kaldırarak baş hizamda paravan vari bir şekilde örttüler. Aman Allahım bütün vücudum anadan üryan halde masada mı yatıyor şimdi?!!!

Bildiğin hamamda göbek taşına yatmış gibi hissediyorum kendimi! Ama orada bile üstünde peştamal olur insanın! Çırılçıplağım ya bildiğin çıplak halde yatıyorum orada! Tamam anladık bacaklarımı hissetmiyor olabilirim ama şuurum açık yani, görüyorum her şeyi!

Bunu bana hiç kimse söylememişti, böyle Hacı Şakir kalıp sabunu gibi yatacaksın 10 kişinin önünde dememişti kimse! Çok utanıyorum ya! Allah vere de gözümden kaçan kılım tüyüm kalmamış olsa bari!

Amaann neyse ne yaa, beni burda canlı canlı kesecekler benim düşündüğüm şeye bak! Hem doktora ayıp olmaz derler dimi?

“Evet başlıyoruz” dediklerinde içime bi serinlik geldi, gözlerimde karartı oluştu. “Aha ölüyorum işte! Münker ve Nekir melekleri şimdi gelecek, sıçtın kızım” dedim. Hâlbuki tansiyonum düşmüş sadece!

Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden akacak diye beklerken ben vııyaakkk vıyaakkk diye bir ses geldi!

Maviş gözlü ponçik bakışlı sarı pipili bir oğlancık getirdiler yanıma… O bana baktı, ben ona… O ağladı, ben ağladım… Öptüm yanağından usulca…

Bu benim mi şimdi? Ben anne mi oldum şimdi?…

 

Devamı gelecek…

Benim minnak oğluşumla ilk tanışmamız ve sonrasında yaşadıklarımı okumanız için azcık sabır 🙂

 

 

 

 

 

Evsele…

evsele

 

Mutfakta zaman geçirmeyi, yemek yapmayı çok seviyorum. Geleneksel tariflerle birlikte yeni lezzetler de denemek hoşuma gidiyor. Yemek programlarında gördüğüm tatları kendime göre uyarlayışım çoktur.

Ama en çok annemin tariflerini yaparım. Bence bu en zoru! Çünkü ne kadar denesem de annemin yaptığı gibi olmaz. İlla bir şey eksikmiş gibi gelir, aynı tat olmaz.

Ararım hemen annemi, “bunun içine ne koyuyordun” diye sorarım. Hiçbir zaman ölçülü şekilde yemek yapmayan anneme sorulacak en zor sorudur bu, insana cinnet geçirtir yeminle!

  • “Şimdi anne buna ne kadar tuz koycaz?”
  • “Yaa ne bileyim, ben hiç ölçüyle yapmam ki, hep göz kararı yani…”

Hadi bakalım çık işin içinden çıkabilirsen! Göbeğin çatlar o kararı tutturabilmek için.

Telefonda annemden tarif istemek, en az 2-3 kez dinlemek zorunda kalmaya da yol açar. İlla ki söylemediği bir detay olur. Tencere tavayla havada on parende atsan da annenin yaptığına benzemez yaptığın.

Köfte ya, bildiğin normal köfte işte. Ama annemin yaptığı gibi olmuyor. Her seferinde başka bir şey söylüyor püf nokta olarak. Üşenmedim tek tek not ettim her arayışımda verdiği malzemeleri, hepsi birbirinden farklı. Birinde karbonat var, diğerinde azcık süt, başkasında bilmem ne…

 

Alabildiği kadar!

Onun kendi usulleriyle ve ufak sırları vardır mutlaka. Bütün ölçüler “azıcık”, “birazcık”, “göz kararı”, “alabildiği kadar”, “bi çimdik” gibidir. Delirtir insanı bu ölçüler, telefonun ucunda kendini çimdiklersin.

Ve illa ki “nebati yağ” terimini kullanır, margarin de olsa tereyağı da olsa. “Nebati yağ mı kaldı anne?” dediğimde de terliği yerim mutlaka.

  • “Anne aldığı kadar yazıyor burda!”
  • “Evet işte aldığı kadar.” (anlayamamış olmama şaşırarak)
  • “Peki ne kadar koyayım?”
  • “Aldığı kadar dedim ya!!”
  • “Nasıl anlıycam ben bunun almasının durduğunu, ben koydukça alıyor işte!”
  • “Gerizekalı mısın kızım sen?”

Yemeği tarif ederken de farklı dil kullanır annem, tariften ziyade bu dili çözmek gerekir önce!

  • “Amurlaa biraz yillendirilir” (yufkaları havalandır)
  • “Evsele.” (havalandırarak karıştır)
  • “Göbek attır” (çorba için fokurdasın demek)
  • “Göz göz olsun” (hamur için kabarsın demek)

Ve çoğu zaman da mutfaktayken içine sadist bir ruh kaçtığını düşünmüşümdür.

  • “Sarımsakları başlarından ez!”
  • “Soğanı öldür!”
  • “Patlıcanın karnını deş!”
  • “Kabaan kıçına sok!”

Yemek mi yapıyoruz yoksa Firedi’nin Kabusu’nda mıyız acaba?

 

Annemin tarif defteri…

Anneme gittiğim bir gün mutfağı karıştırdım ve tarif defterini buldum. Buzdolabının üstüne saklamış. İlaç mümessilliğimden kalma, bilmem kaç yıl öncesinin promosyon ajandasının üstüne kocaman yazmış “Hüdoşun Defteri” diye.

İlk sayfalarda benim yazdığım notlar var, kıyamamış onları yırtıp atmaya canım yaa… Sonraki sayfalara özenle kendi el yazısıyla yazmış tarifleri. Sayfanın en tepesine de tarif sahibinin adını yazmış, sonunda “hanım” yazanlar muhtemelen bir komşu gününde yeni tanıştığı kişiler olsa gerek. Okudukça koptum gülmekten…

Bediha’nın saç örgülü çöreği

Ayla Hanım’ın gül böreği

Tahire teyzenin kalburabastısı

Samanyolundaki aşçının tarifi

Eminenin görümcesinin kakaolu keki

Oktay ustanın mantısı

Saydım, tam 17 çeşit kek tarifi var! Ama hepsinin sahibesi farklı. Aralarında ne gibi fark olduğunu düşündüm ve en önemlisi de hangisinin daha lezzetli olduğunu. Takdir edersiniz ki tariften hangisinin daha lezzetli olacağı anlaşılmamaktadır!

İlk sayfaları düzgün düzgün yazılmış olmasına rağmen, ilerleyen sayfalarda çalakalem metodu kullanılmış sayın seyirciler!

Sayfaları çevirdikçe vanilya kokusu duydum. Sayfaların arasında bol miktarda takvimden koparılmış, gazeteden yırtılmış tarifler buldum. Kabartma tozu ve vanilya paketleri de arkasında tarif olması sebebiyle, defter arasına özenle yerleştirmiş annem.

İçinden çay lekeli kâğıt peçeteler de çıktı. Günlerde sehpa üstünde peçeteye yazdığı tarifleri deftere geçirmeye üşendiğinden, defterin içine sıkıştırıvermiş peçeteleri.

Yemek tariflerinin arasında, sayfanın bilumum köşelerinde telefon numaraları da mevcuttu.  Tarif defteri olmuş sana telefon defteri!

Satır aralarında püf noktalar içeren defterde “fırın sıcak olacak”, “şurup sıcak, baklava sıcak olacak”, “karbonata limon sık” gibi ipuçları ilgili tarifin altına yazılmıştı.

Bu defterin illet getiren yanlarından biri de, hangi sayfasında hangi tarifin yer aldığını bilmek mümkün değil arkadaşım!  Tatlılar, tuzlular, yemekler diye ayrı ayrı yazılmamış hiçbir tarif. Tek tek sayfaları aramak zorunda kalırız valla buradan yemek yapacak olsak! Aralara işaret koymamız gerekir yani.

 

Yemeklerin tarihçesi…

Bu deftere baktığınızda Türk hamur işi tarihinin, Selçuklulardan günümüze kadar olan gelişme sürecini gözleyebilirsiniz. İlk sayfalarda yer alan “haşhaşlı pişi”, “mayasız poğaça”, “kete” tarifleri, sayfa sonlarına doğru “zeytinli kek”,”yaban mersinli muffin”, “keçi peynirli mini tart” gibi modernist ve global tariflere yerini bırakıyor.

Sor bakalım “kaç tanesi yaptın, denedin?” Eminim hiçbirini!

Ben deftere gömülmüşken annem girdi içeri, elimden almaya çalışırken okuduğum tarif çığlık atmama yetti!

  • “Ispanaklı kek mi??? Noluyo anneaa ıspanaklı kek yazıyor burda, ne diyo bu yaa!!”
  • “Hııı evet, geçen fıstıklı diye yediğiniz var ya kremalı, üç kilo fıstık koydum yiyin dediğim o işte kızım.“
  • “Ohaaaa…hmm sodalı tepsi böreği. eee bunun harcına 2 yumurta diyor, e hani sodalı olunca yumurtaya gerek kalmıyordu? Ya yumurta yemiyorum ben yaaa, oofff ağzıma da tadı gelmişti yaa annee beeeee!!!”

Hiç dokunmasaydım keşke! Bütün büyüsü bozuldu o kabarık keklerin, çıtır çıtır böreklerin. Karbonhidrat âlemi hepten yalanmış, kandırmacaymış!

Annemden defteri alamadım ama çaktırmadan sayfaların fotoğrafını çektim. Anı olsun istedim, annemin eli değmiş diye. El yazısının yıllar içinde nasıl da değiştiğini fark ettiğim gün, bir başka gözle baktım o vanilya kokulu deftere…

 

 

 

Guduk

guduk

 

Çocukluğunu apartman blokları arasında değil de köyde yaşayanlar bence çok şanslı. Ben de bu şanslı insanlardan biriyim mesela. Tam anlamıyla dolu dolu çocuk olabiliyorsunuz köy ortamında. Dalından domates, biber kopartabiliyorsunuz mesela. Kirazı, elmayı, dutu dalından yiyebiliyorsunuz. Tarlaya ekilirken bir avuç attığınız buğdayın, taş değirmende öğütülüp un haline getirilmesini izleyebiliyorsunuz. El emeğinizle ürettiğiniz o unla ekmek yoğurup, babaannenizin bahçesindeki taş fırınında pişirebiliyorsunuz eğer ki köyde büyümüşseniz. İşte bu yüzden nimete değer verip, ziyan etmeye de korkarsınız çocukluğunuz köyde geçtiyse eğer.

Köy çocuklarının oyuncakları topraktır. Çamuru şekillendirirken hayal dünyasında yolculuk yapmanın keyfi başkadır. Renkli, cicili bicili, lüks oyuncak yoktur belki ama bir yaprak ve küçücük dal parçasıyla şahane oyunlar icat edilir. Hal böyle olunca ilk arkadaşınız da hayvanlar olur genellikle. Benim ilk arkadaşlarım karıncalardı. Cüsselerinden çok büyük yaprakları taşımalarına çok üzülürdüm. Aklımca işlerini kolaylaştırmak ve yardım etmek isterdim onlara. Kibrit çöpüyle incecik yollar kazırdım toprağa, evlerine kolayca gidebilsinler diye.

 

Karıncaları evlat edindim…

Sonra bir gün minnak karıncaları evlat edinmek istedim. “Seni leylekler getirdi, biz de seni besledik büyüttük” demişti annem. Sanırım onun etkisinde kalarak ve leyleklerin yuvalarına ulaşamadığımdan olsa gerek, elimin altındaki karıncaları beslemek ve anne olmak istedim. Yastığımın altına serptiğim toz şekerle besledim onları bir süre. Yatağımın her tarafını karıncalar sardığında annem evi ilaçlayınca yerlerde tepinerek feryadı basmıştım. “Onlar benim bebeklerim, ben annesiyim onların, evlatlarımı öldürdünüz” diye günlerce içimi çeke çeke ağlamıştım. Sonrasında annem beni ikna edebilmek için bu “leylekler getirdi” olayını açmak zorunda kaldı ama daha büyük saçmaladı ve “sen minicikken ben seni yuttum, sen benim karnımda büyüdün” dedi! “O zaman minnak karıncaları yutayım ben de” dediğimde anamdan temiz bir sopa yedim ve benim anne olma hayallerim rafa kalktı böylelikle.

Karıncalarla arkadaşlığım başarısızlıkla sonuçlanınca evimizin bahçesinde tek başıma takılmaya karar verdim. Annem işe giderken beni yan komşumuzun köpeğine emanet ediyordu. “Gel burada otur, ben gelene kadar bekle” diye talimat veriyordu köpeğe. Açıkçası biraz korkuyordum bu bakıcıdan. Devasa büyük bir hayvan gibi geliyordu bana. Kimseyi sokmazdı bahçeden içeri. Yanıma gelmeden bahçenin kapısında beklerken gözlerini bir an olsun benden ayırmazdı Guduk. Kendi kendime oynarken arada göz göze gelip konuşuyordum onunla. Dinliyordu beni ve her söyleneni de anlıyordu. Annem eve gelince Guduk’un başını okşar, ona biraz yiyecek verir ve “hadi git evine” der ve gönderirdi.

Bir keresinde annem taze yumurta almak için babaannemin evine göndermişti beni. Ben kapıdan çıkınca Guduk da arkamdan gelirdi. Sanırım 3 ya da 4 yaşlarında falandım. Babaanneme gidip, kümesteki folluktan sıcacık yumurtaları kendi ellerimle topladım. Hiç unutmam, karpuz kollu bir elbise vardı üzerimde. Minik çiçek desenli, etek uçlarında mavi kurdeleli şirin bir elbiseydi. Eteğimin ucunu toplayıp, yumurtaları kırılmaması için özenle yerleştirdiğimden yavaşça yürüyordum.

 

Guduk…

Köy meydanında hayvanların su içtiği büyük bir çeşme vardı, onun yanından geçiyordum ki bir uğultu duydum arkamda. Çeşmeden su içen kaz sürüsü uçarak koşarak bana doğru geliyordu.  Kanatlarını çırpa çırpa tıslayarak üstüme atladı bütün kazlar. Bacaklarımdan gagalamaya başladılar. Yaklaşık 40-50 kazın ortasında kalmış ve yere düşmüştüm.  Kafamı, kollarımı, bacaklarımı tıslayarak gagalamaya devam ediyorlardı. Sonra birden havlama sesi duydum.

Guduk kazların arasına dalmış, çoğunu ısırmış. Tepemde beni didikleyen kazı da patisiyle kovalamıştı. Düştüğüm yerden beni kaldırmaya çalıştı burnuyla. İlk defa o zaman Guduk’a karşı korkumu yenmiştim. Bana yardım etmeye çalıştığını anlamıştım. Yerden kalktığımda eteğimdeki bütün yumurtaların kırıldığını ve dizlerimin kanadığını gördüm. Acıyan yaralarım için değil de kırılan yumurtalara ağlamaya başladım.

Eve kadar Guduk yanımda geldi, havlaya havlaya annemi çağırdı. Hemen akabinde de köy kahvesinde oturanlar yetişti ve “şu köpek olmasaydı didikleyeverceklerdi gızanı” diye söylendiler. O günden sonra Guduk en iyi arkadaşım oldu. Artık bahçe kapısında değil, yanımda oturmaya başladı.

Yıllar sonra Guduk’un öldüğünü öğrendiğimde içimden bir şey koptu. Çok üzülmüştüm arkadaşıma. Benim korktuğum, devasa büyüklükte sandığım hayvancık meğerse kaniş cinsi bir köpekmiş onu da çok sonraları öğrendim tabii. Keşke Guduk’la bir fotoğrafımız olsaydı be…

 

 

 

Ailenizin radyocusu…

ailenizin-radyocusu

 

Çocukken en büyük hayalim dedektif olmaktı. Gizli kapaklı işlerin peşinden koşan, suçluları yakalayan, ayakkabının altındaki çamurdan ve bardaktaki dudak izinden “katil uşak!” diye şıp diye sonuç bildiren cinsten bir dedektif olmak istiyordum. Nohut rengi uzun pardösünün içinde yürüyen yer mantarı olacağımı anladığımda bu hayalden vazgeçtim.

Ancak suçlu kovalamak ve hak peşinde koşmak için yanıp tutuşuyordum nedense. Pardösü hayallerimi yıkınca ben de polis olmaya karar verdim. 80’li yılların favori dizisi Dempsey and Makepeace’in sarışın afeti Glynis Barber gibi olmak için can atıyordum. Solaryuma girmiş gibi görünen yanık teni, altın sarısı küt saçları ve renkli gözleriyle çocukluğumun ilham kaynağıdır o kadın. TRT’de dizinin yayınlandığı yıllarda gazeteden veya haftalık TV dergisinden çıkan posterini odama asmışlığım da vardır ayrıca.  Tayyör ve seksi kelimelerini yan yana getirebilmiş nadir hatunlardandır. Hele jartiyerine tabanca gizlemez miydi, içimiz giderdi…

Ben Dempsey tutkusuyla polis olma işini iyice kafaya koydum, bizimkilere de söyledim “polislik sınavına gireceğim” diye. Evde kızılca kıyamet koptu tabi! Hırlısıyla hırsızıyla mı uğraşacak mışım, gecem gündüzüm mü olmayacakmış, kelle koltukta mı dolaşacak mışım, kıza tabanca mı yakışırmış… Saydıkları bahaneler bitmedi gitti. Nereden duyduysam “bari masa başı polisi olayım anne!” dedim, belki ikna olurlar diye, onu da yemediler!

 

Patlıcan neden oturtulmuş?

Sonrasında gazeteci olmaya karar verdim. Elime aldığım tarakla ev halkıyla röportajlar yapmaya başladım. “Evet sayın seyirciler bu akşamki mönümüz patlıcan oturtma! Sayın babacım siz bu konuda ne düşünüyorsunuz acaba? Patlıcan ayakta mı duruyor da neden oturtulmuş, fikriniz nedir?” gibisinden kafa açıcı sorularımla beyinlerini pişirdim bizimkilerin. Satın almaya param yetmeyince okul harçlıklarımı biriktirip çarşıdaki sahaftan eski bir daktilo kiraladım. Yaptığım şahane(!) röportajları, sert tuşlarına basmaya gücümün zor yettiği parmaklarımla temize çekip haberler yaptım. Ailecek çok sevdiğimiz, beğenip takdir ettiğimiz ünlü bir gazetecinin evinin önünde bombalı suikastla öldürülmesiyle, hayalini kurduğum gazetecilik mesleği orada bitti benim için. Çünkü hayatımda ilk defa babamı hüngür hüngür ağlarken o zaman gördüm…

İlerideki meslek arayışımda kıvrak bir sapma ile bir anda Mezdeke olmaya karar verdim! Elime geçirdiğim tülbendi yüzüme peçe yapıp “Led bir vele diştiri.. ya el yelil lili lili” diye ortalarda dolaşmaya, itinayla gerdan kırmaya ve kıç sallamaya başladım. Annemden temiz bir sopa yiyince tabi bu hayalim de çok uzun sürmedi!

Bizimkilere göre kadın için en ideal meslek öğretmenlik ve hemşirelikmiş! Çocuk cıyıltısını daha o yaşlarda bile kafam götürmediğinden öğretmenlikten anında vazgeçtim. İğne yapabilme cesaretim de olmadığından hemşirelik yalan oldu böylelikle. Ha tabii bu arada benden habersiz o dönemin en meşhur hemşirelik okulu sınavına beni zorla soktuklarını, kul hakkından ödü kopan annemin sırf bu sınav için araya adam bile koyduğunu ve benim inat edip o sınavda boş kâğıt verdiğimi de atlamayalım lütfen! Sonuç elbette ki değişmedi, anamdan yine temiz sopa yedim!

Okulun veli toplantısında öğretmenimiz “çocuklarınıza seçecekleri meslekle ilgili baskı yapmayın, kendi yeteneklerini ve isteklerini ortaya çıkarın” demiş. Sanki atomu bulmuşlar gibi bizimkiler değişik davranmaya başlamışlardı bana. İlk defa “ne istiyorsun?” diye sormaya başladılar. “Yazmak ve konuşmak” dedim kendimden son derece emin olarak, tabii bizimkiler pek anlam veremediler ve kendi halime bıraktılar beni. Daha doğrusu annem “sanki ağzını bantladık, dil zaten pabuç gibi!” diye çemkirdi elbette.

 

Ailenizin radyocusu geldi…

Öğretmenimden aldığım gazla o dönem yeni kurulmaya başlayan bir yerel özel radyoya başladım. Başıma gelecekleri bildiğimden, öncesinde öğretmene gidip durumu anlattım, bu işi nasıl sevdiğimi ve asla derslerime engel olmayacağını anlattım. Olur ya bizimkiler gider hocaya konuşur, beni vazgeçirmeye çalışırsa diye önlem aldım kendimce. Tam da tahmin ettiğim gibi, annem gidip konuşmuş öğretmenle. Sağ olsun kadıncağız da ikna etmiş annemi.

Hafta sonları iki saat radyoda program yapmaya başladım böylelikle. Küçücük karanlık bir oda ve önümde duran mikrofon! Giriş müziği Balıkesir Çiftetellisi! “İtinayla oynatırız” da sloganım! Nasıl ama? Evde zaten yalnızken, kendi kendime konuşuyordum o yüzden zorlanmadım. Antrenmanlıydım yani! Kendimi ve annemi anlatıyordum genellikle. Çünkü annem nev’i şahsına münhasır nüktedan kadındır, dolayısıyla eldeki malzemeyi kullanıyordum.

Kendi saflıklarımı da söylüyordum elbette. O döneme ait anlattıklarımdan tek hatırladığım şey, “Zeki Müren’e çok acıyorum. O kadar zengin ve şöhretli birisi nasıl olur da bodrum katında yaşar ya?” diye hayıflanıp bunu programda söyleyince, radyonun canlı yayın telefonları kilitlenmişti. Meğerse rahmetli Zeki Müren bildiğimiz Bodrum’da yaşıyormuş! Ah benim saf kafam ya…

Komik olsun diye değil, o an içimden öyle geldiği için konuşuyordum ama millet acayip eğleniyormuş benim programı dinlerken. Bir de yine canlı yayında Madonna ile Maradona’yı kardeş sanıp, “bunların babaları çok şanslı adam ya! Parayı götürüyordur valla!” diyince ben, radyonun patronu kahkahalar atarak stüdyoya girdi ve “kızım sen nasıl bir şeysin? Millet altına işedi gülerken! Böyle devam edersen önümüzdeki ay sana maaş vereceğim!” dedi. Ben de arkasından “hahahaa çok komik sanki! Maaş verecekmiş! Sen önce helâ taşına dönmüş dişlerini temizlettir o parayla!” dedim ve üç saniye sonra stüdyonun kapısı güm diye açılıp, patron girdi. “Çık dışarı, kovuldun!” diye tükürük saçarak bağırdı bana. Ne olduğunu anlamadım o an.

Meğerse mikrofonu kapatmayı unutmuşum ben! Allahım ben öleyim ya gömün beni bu stüdyoya emi!

 

 

Folik asit bebeleri…

apple-ipad-551502__180

 

Çocuklarla aram hiç iyi olmamıştır nedense. Daha doğrusu çocuk konusunda çok seçiciyim. Çocuk seçerim yani! Zıyıl zıyıl ağlayan, şımarık, istediğini yaptırmak için yerlerde tepinen çocuklara hiç tahammülüm yoktur (burada kulağımı çekip tahtaya vuruyorum, Allah muhafaza gibilerinden). Bu tarz çocuklar da zaten beni sevmezler. Çocuğa çocuk gibi değil de yetişkin gibi yaklaşır, konuşurum ben. Öyle agucuk gugucuktan falan anlamam, direkt normal sohbet ederim yani.

Arkadaşımın okula başlamak üzere olan dünya tatlısı bir kızı var. Önlükler, defterler, renkli kalemler gibi tatlı okul heyecanını bir türlü yaşayamadı maalesef arkadaşım. Çünkü onun derdi daha başka! Kızının üstün zekâlı olduğunu düşünüyor nedense. Bacak kadar çocuğa Einstein muamelesi yapıyorlar ailecek. Bu yüzden de kızlarını gönderecekleri okulu seçemiyorlar, öğretmen beğenmiyorlar.

 

Çocuğum üstün zekalı…

“Çocuğun üstün zekâlı olduğunu nasıl anladınız? Testi nerede yaptırdınız?” dedim arkadaşıma. Cevap gerçekten çok tatmin ediciydi! “Ay teste ne gerek var ayol! Çocuk kendini belli ediyor zaten, görmüyor musun?” dedi. “Nasıl yani?” dedim safça, “nasıl anladınız peki çocuğun zekâ seviyesini?” diye sordum. Kendimden de şüphe ettim bu arada, çocuk sahibi olmadığımdan belki de bilmediğim şeyler vardır diye düşündüm.

Minik kız evet çok tatlı, akıllı ama ben daha önce hiç üstün zekâlı bir çocuk görmediğimden aradaki farkı bilemiyorum doğal olarak. “Yaşıtlarından erken mi konuşmaya, yürümeye başladı?” dedim, “yok canım geç yürüdü bizimki” dedi arkadaşım.

Kızla sohbet ettim birazcık, normal yaşıtları gibi çocukça konuşuyor. Kelimeleri düzgün kullanarak akıcı halde cümle kurması da yok çocuğun. Öyle bilimle sanatla müzikle de ilgilendiği yok. Odasında bebekleriyle evcilik oynuyor, bebeklerini birbirleriyle dövüştürüyor. Arada canı sıkıldığında koltuk tepelerinde zıplıyor falan. Tamam, ben de bu konularda uzman değilim neticede ama bu kız bildiğin normal çocuk yani! Öyle üstünlük bir durumu yok.

“Ay arkadaşım sakın yanlış anlama ama senin kız pek normal görünüyor. Yani yaşıtları gibi bir kız çocuğu işte. Siz nasıl kanaat getirdiniz üstün zekâlı olduğuna?” dedim tekrar, merakıma yenilerek. “Aa üstüme iyilik sağlık! Olur mu hiç öyle şey ayol! Bizim kız acayip meraklı ve yetenekli. Telefonu tableti ver eline, şıp diye şifresini falan çözer oynamaya başlar. İnterneti senden benden iyi kullanıyor. Hoşuna giden müzikleri, oyunları, çizgi film videolarını Youtube’dan şakk diye indiriyor. Ben bu yaşımda bilemiyorum, beceremiyorum ayol akıllı telefonu kullanmayı ama o yapıyor. Kesin üstün zekâlı benim kızım!” dedi. “Nasıl yani? Çocuğun üstün zekâlı olduğuna, cep telefonu kullanmasından mı anladınız?” dedim duyduklarıma emin olmak için! “Herhalde yani!” dedi, son derece kendinden emin halde!

 

Bunun kıçında kurt var!

Konuyu hiç uzatmadan kestirmeden kapattım. Çünkü zamane anneleriyle bu konularda tartışmaya gerek yok çünkü ikna edemezsin! Anında 5 panter gücüne bürünüverirler. Eskiden duvara tırmanan, koltuk tepelerinde karate yapan, yerinde durmayan çocuğa “bunun kıçında kurt var” denilirdi, şimdi bu yaramazlığın adı hiperaktivite oldu! Telefon, tablet, bilgisayar, internet kullanmakla üstün zekalı olmuyor çocuklar bunu iyice öğrenin artık. Siz kendi çocukluğunuzla kıyaslamayın zamane çocuklarını. Şimdikiler folik asit bebesi ayol! Analarımızın zamanında folik asit mi vardı sanki? Ayrıca teknolojiyi iyi kullanıyor diye aferin manyağı yapıp şımartmayın çocuklarınızı. Tam aksine, kafasını tabletten kaldırmayan, bilgisayar oyunlarının müptelası olan çocukların sosyal becerileri çok zayıf oluyor. Şakır şakır oyun indiren, oynayan çocuk arkadaşlarıyla oynamayı, paylaşmayı beceremiyor nedense! İki kelimeyi bir araya getirip doğru düzgün cümle kuramıyor ayol bu çocuklar, siz hangi üstün zekadan bahsediyorsunuz acaba?

Bilgi çağındayız, elbette ki teknolojiden uzak kalmak mümkün değil. Çocuğu ne kadar uzak tutmaya çalışsan da okulda arkadaşlarında görüyor ve istiyor. Engel olamıyorsun bir bakıma. İyi güzel ama çocuğu sadece teknolojiyle oyalamak ne derece doğru? Kitap okuma alışkanlığını edindirmek anne babalara düşmüyor mu? Çocuğun en büyük serveti hayal kurmak değil midir? Hayal dünyasını geliştirecek kitaplar, hikâyeler, masallar tedavülden mi kalktı? Şimdikilerde maalesef varsa yoksa savaş silah vurdulu kırdılı temalı oyunlar! Hayır anacım oyunlar da bir şeye benzese bari, militan klanları yetiştirme kursları sanki!

 

Heyy yavrum heyy…

Bizim zamanımızda yoktu böyle teknoloji, belki de o yüzden garipsiyoruz. Bizim bildiğimiz tek teknolojik alet Commodore 64. Du yuu nov comodore?? İnternetsiz çocukluk yaşayanların şahı da MIRC. Connected bağlanma sesini ve kalpteki ritim hızlanmasını kaçınız hatırlıyor acaba? ASL ( age-sex-location/ yaş-cinsiyet-şehir) sorusuna kaçınız doğruyu yazdı hımm söyleyin bakalım? Yakışıklı76, Karizma, BabyFace, SertAdam, Koba69 gibi akılara ziyan “nick name”ler ve muhabbettin koyuluğuna göre buluşma randevuları! Heyy yavrum heyy… Zamana bak ya…

Bizim çocukluğumuzda ana babamız okulda öğretmene teslim ederken bizleri “eti senin kemiği benim hocam” derlerdi. Dersi dinlemeyip sıra arkadaşımızla kikirdedik diye cetvel mi yemedik ellerimize, kulak memelerimizden mi çekilmedi! Evdekilere söylediğimizde de “oh olsun ellerine sağlık hocanın az bile yapmış, dinleseydin dersini!” diye bir de evdekilerden dayak yerdik.

Şiddete karşıyız elbette ama bizim nesil çekinirdi öğretmenlerinden, saygı duyardı büyüklere. Okul haricindeki zamanda bile bir öğretmenimizi yolda görsek ceketimizi ilikleyip selam verirdik. Şimdikiler gibi hocaya diklenmek falan namümkün! Şimdi bir öğretmen olarak sıkıyorsa çek bakalım öğrencinin kulağını! Velisi seni rezil eder, okuldan attırır valla seni.

Şimdikiler çocuksa biz neydik acaba? Napalım yani, bizim zamanımızda Pokemon Go vardı da biz mi oynamadık?