Doğum Kontrol Hapı…

Zamanı durdurmak istediğiniz oldu mu hiç?

O anda dünya dursun ve sadece siz olanların farkında olup, kalan herkes donsun istediğiniz mi mesela?

Geçen gün tam da böyle oldu bana. Belki de hayatımın en saçma sapan anını yaşadım.

Çok yoğun ve yorucu günün ardından eve gelip dinlenmeyi hayal ederken, günlük koşturma mesaimin bitmediğinin farkında değildim maalesef.

4 buçuk yaşındaki oğlumun, evde deneysel çalışma yapası tuttu! “Uçan vişne suyu yappççaaamm” diye yırttı kendini.

Ben de verdim eline bir kutu vişne suyunu. Uçan vişne suyu ne demek bilmediğim için, açıp içecek sandım saf gibi. Açtı kutuyu, bardağa doldurdu ama iyi güzel derkeenn!!!!

Vişne suyu dolu bardağı havaya fırlattı!

Al sana uçan vişne suyu!

Hem söylenip hem halı koltuk silmeye başladım o sinirle. Sildikçe dağıldı, daha çok delirdim.

Bir buçuk saat halı sildikten sonra belim bırkım kopmuş halde mutfağa girdim ertesi günün yemeğini yapmak için. Yemekleri yaptıktan sonra yoğurt mayalamak için süt kaynatmaya başladım.

O sırada oğlum atçılık oynayalım dedi, iyi dedim kırmayayım çocuğu. Ben at oldum, o sırtıma bindi dıgıdık dıgıdık gezdik evde.

“Bu pis koku ne?” diye sorunca sırtımdaki matador, ocaktaki sütü unuttuğumu fark edip canhıraş halde mutfağa koştum. Süt taşmış!

Ama ne taşmak… Yer gök süt deryası….

Afrodip gelip mutfak tezgahına uzansa en şahanesinden süt banyosu yapar yani… Neyse mutfağı da temizle pakla derken bende pil bitti.

Çocuğu uyutup bir kahve yaptım kendime. Kafam o kadar dolu ki bir şeylerle meşgul olmam gerekiyor rahatlamam için.

Yaktın beni menekşe…

Gözüme orkidelerim ve menekşelerim ilişti. Bakım yapma zamanı gelmişti. Saksılarından tek tek özenle çıkartıp, köklerini temizledim. Yaprak ve kök bakımı yaptım.

Topraklarını değiştirdim. Muz kabuğu, yumurta suyundan oluşan özel hazırladığım bakım suyunu ekledim yavaş yavaş.

Ama en önemli malzeme yok! Doğum kontrol hapı yok.

İlaç dolabına baktım yok, çekmeceye baktım yok. Menekşeler için şahane vitamin oluyor doğum kontrol hapı. 1 tane hapı havanda güzelce ezip un haline getirip suda eritiyorum. Tüm çiçekli bitkileri acayip coşturuyor. Yarın eczaneden alırım diye içimden geçirirken telefon çaldı.

Arayan eski eşim, oğlumun babası.

“Çocuğun vitamini bitti demiştin, yarın eczaneden alacağım. Başka istediğin bir şey var mı?” diye sordu.

“Doğum kontrol hapı alır mısın?!” dedim!!!!!!!

“Doğum kontrol hapı alır mısın?!” dedim!!!!!!!

“Doğum kontrol hapı alır mısın?!” dedim!!!!!!!

“Doğum kontrol hapı alır mısın?!” dedim!!!!!!! (yazıda hata yok ey okuyucu! Bu tekrar eden cümle, o andan benim beynimde yankılandı!)

BEN NE DEDİM!!!

NE DEDİM BEN!!!!

BEN KİME NE DEDİM!

Ayyy yaaa öleyim ben yaaaa!

Off yaa yer yarılsın da magmanın taaa dibine gireyim ben yaaa….

Allahım çok afedersin ama neden benim beynimle ağzımın arasına süzgeç koymadın çok pardon da!!!!

Şimdi açıkla bakalım bu adama doğum kontrol hapını!!!!

İki üç saniye sessizlik oldu telefonda haliyle.

O üç saniye benim için çooookkk uzundu yemin edebilirim.

O anda ağzımdan çıkan o cümleyi elimde hooop diye tutup yok etmek istedim.

Elon Musk’ı arayıp “kardeşim Allahını seviyorsan şu zaman makinesini icat et artık rica ediyorum valla çok müşkül durumdayım şu anda” diye saydırmayı da düşünmedim değil o anda, ama Elon Musk’ın numarası bende yoktu.

NE DEDİN SEEN???

Diye gürledi telefonun ucundaki şahsiyet!

Aman yaa sanki sülalesine küfrettik offf!

 “Ay ne bağırıyorsun ayol, çiçeklerin topraklarını değiştiriyorum. Vitamin olsun diye doğum kontrol hapı koyuyorum ama evde kalmamış.” Dedim.

Sıvadım!!!! Bir güzel mum diktim üstüne….

Daha çok celallendi!

Zeytinyağı gibi üste çıkma taktiğini denedim, yemedi!!!

Baktım olacak gibi değil, iş kavgaya dönecek “ayy ne uzattın ya, gerçeği anlatıyorum işte. İnanmazsan inanma! Kendime lazım olsa senden mi isterim!” dedim, sustu!

“Harbiden geri zekalısın sen!” dedi ve kapattı telefonu.

Adam haklı. Eski kocadan doğum kontrol hapı mı istenir?! Sonra açıkla bakalım yok çiçek içindi yok falandı filandı.

Tıp bana da bir çare bulacak eminim…

Yanımda Duruyoo…

O kadar çok şanslıyım ki şükürler olsun, annem gibi bir neşe kaynağım var. Karadeniz kadınıdır annem, acayip zeki, hazır cevap, hafif atarlıdır kendisi.

Neşesi boldur, çokça da eğlendirir lakin bunu bilinçli olarak yapmaz. Yani “şöyle bir espri yapayım da millet gülsün” demez asla, aksine çok ciddidir.

Karadeniz’in huyundan mı suyundan mıdır bilemem ama oranın insanı çok zeki olduğu kadar, akıllarının durduğu bir an vardır. Hah işte o anlarda annem şahane ötesi oluyor.

Geçen akşam beni aradı annem. Telefonda nasıl bağırıyor, nasıl sinirli görmeniz lazım. Neye sinirlendiğini de bilmiyorum, anlamaya çalışıyorum o sırada. Diyalog aynen şu:

Annem:         Fırlatıp atıcam şu telefonu!

Ben:               Ne oldu anne, hayırdır?

Annem:         Telefona bi haller oldu, yazılar çıkıyo ekranda. Okuyamıyorum da!

Ben:               Ne yazıyor ekranda?

Annem:         Ay ne bileyim! Telefonumu dinliyorlar!

Ben:               Saçmalama anne yaa, kim neden dinlesin seni?

Annem:         Hem dinliyorlar hem de yanımda duruyorlar!

Ben:               Kim duruyor yanında anne? Babam mı?

Annem:         Ay bırak babanı ya, içerde o, açmış televizyonun sesini sonuna kadar, ev oldu ana haber stüdyosu!

Ben:               Kim o zaman yanındaki anne? Komşu mu geldi?

Annem:         Yok komşu değil, yanımda duruyomuş ama ben göremiyorum!

Ben:               Yakın gözlüğünü taktın mı sen?

Annem:         Asslııııııı!!!! Sıçtırtma bacana! Bunak mıyım ben!

Ben:               Yok annem estağfurullah da anlayamadım ben. Kim var yanında?

Annem:         Kimse yok işte ama yanımda duruyo!

Ben:               Tövbeler olsun anne korkutma beni üç harflileri mi gördün yoksa sen?

Annem:         Selamün kavleeennn öyle değil ya!

Ben:               Eee ne peki anne? Tansiyon ilacını içtin mi sen?

Annem:         Şuna bak heleee! Sıçtığım bok benimle dalga geçiyo!

Ben:               Ya anne ne alakası var ya, ne dediğini anlamıyorum!

Annem:         Yanımda duruyomuş işte ama ben göremiyorum!

Ben:               Işınlanma icat edildi de ilk sende mi deniyorlar nedir yani?!

Annem:         Eşşeğin ayaaaa Aslı emi! Dalga geçme benimle!

Ben:               Kim duruyo yanında be kadın delirtme beni!

Annem:         Telefonun ekranında yazıyo işte “Yanımda Duruyo” diye!

Ben:               ppuuaaahhaaaaa hahahhahahahhahaaa….

Annem:         Çaattttt!!!! (telefonu kapattı!)

Koptum….. Gülmekten konuşamadım…

Yerlere yattım kahkahalar atarak.

Jeton geç düştü bende ama olayı anladım sonunda.

Annemin GSM operatörünün bir uygulaması var, adı “Yanımda”

Annem artık nereye bastıysa bilemiyorum, uygulamanın ayarlarını bozmuş.

Ekranda da “Yanımda Duruyor” yazıyor.

Aradım hemen komşumuzu durumu anlattım.

“Annemin telefonundan o uygulamayı kaldır, telefonu temizle” dedim.

Sağ olsun halletmiş çocuk.

Sonra annem aradı beni “Aslıııı söylemedin dimi benim dediklerimi?

Rezil olmayayım konu komşuya!”

Annem sen çok yaşa emi….

Aklıma geldikçe hala gülüyorum: YANIMDA DURUYO :))

Anna Karantinaaaaa…

Cama çıkıp “imdaaattt!” diye bağırasım var yeminle.

Adına tükürdüğümün coronası geldi bizim jenerasyonu buldu milyar yıllık dünyada.

Yok Çinlinin biri yarasa mı yemiş (zıkkımın kökünü yiyeseciler), yok bu virüs labroratuvarda mı üretilmiş diye araştırmaktan her birimiz bilim kurulu üyesi kıvamına geldik.

Hayır yani bu illetin çıkış sebebini bulsak ne olacak ki? Ölen binlerce insanı mı geri getirecek yoksa bizim domestik sendromumuzu mu çözecek?

 

Tıkıldık kaldık işte haftalardır evlere!

Kimseciklerle görüşmeden ev içinde dipdipe yaşıyoruz kafese konmuş sirk maymunları gibi.

Yetmiş yaşındaki anam bile öğrendi vatzapdan görüntülü konferans konuşmasını. Ekran karpuz gibi dörde bölünüyor anam-babam-kardeşim-ben konuşunca. Bir de gözler iyi seçmediğinden telefonu yakınlaştırdıkları için, anamın babamın burnuyla konuşuyoruz ister istemez!

Çöp poşetinden kürdana kadar her şeyi internetten sipariş verir oldum ben de herkes gibi. Markete gitmeye korkuyorum çünkü. Son verdiğim siparişi alışveriş sitesi yoğunluktan üç partide gönderebildi.

Yarım saat sonra kargocu tekrar geldi, elindeki şeffaf poşeti iteleyerek “abla pedi de şimdi gönderdiler” dedi, rezil oldum adama.

 

Baktım ki bu işin sonu yok!

Giydim Ninja kıyafetimi, ağız burun eller saç baş kapalı, tek göz ortada ya Allah dedim gittim markete. Bir elimde dezenfektan şişesi bir elimde mendil, sosyal mesafenin tillahı ile aldım ihtiyaçlarımı geldim kasaya. Kredi kartı ile temassız ödeyerek hemen dışarı attım kendimi. Kontağı çalıştırmadan bankadan mesaj geldi “bu ayki market harcamanız geçen aya göre fazla!” Haddiiii caanımmm ciddi misin dedim ekrana bakarak!

Arabanın bagajına özel tek kullanımlık hasta yatak bezi sermiştim zaten, market poşetlerini üstüne dizdim. Eve çıkartınca balkonda attım aldıklarımı. 8 saat havalandırdıktan sonra eldivenlerimi maskemi takıp her ürünü tek tek domestoslu suyla köpükledim.

Kendimi öyle bir kaptırmışım ki un paketi suyu yiyip de çamur gibi olunca “aaaa yetti gari” dedim fırlattım elimdekini.

 

Dışarı çıkmak ayrı bir sorun, eve girmek apayrı bir sorun!

Kapıda soyunmaya başlıyorum tepeden tırnağa eve girmeden. Ayakkabılar gariplerim çamaşır suyuyla yıkanmaktan ağzı yüzü kaydı, ya hayret bir şey!

Evde her gün bir şişe çamaşır suyu bitiyor. Kapı kolu, tuvalet, lavabo, yerler, kapı pervazı, perde kornişleri, bulaşık makinesinin kapağını açınca altta kalan kısmı, dolap içleri, çekmece alt tabanları, duvarlar aklına neresi gelirse artık…

Ev ev değil bildiğin Hacı Şakir kalıp sabun üretim tesisi gibi kokuyor mübarek.

 

Bi taharetlenmediğimiz kaldı domestosla!

Onu da düşünmedim değil ama tırstım alerji olurum falan diye. Bi de bu şartlarda hastaneye de gidemem. Hem gitsem ne diyeceğim? “Doktor bey ben kıçımı domestosla yıkadım” desem adama beni doğruca psikiyatriye gönderir yeminle!

En doğal çözüm olarak beyaz sirkeyi sulandırıp yıkadım her yerimi.

Azcık turşu gibi kokuyorum sanki bana öyle geldi de bilemem tabi. Şu karantina döneminde koklatacak kimsem de yok ki test edeyim kokuyor muyum diye.

Bu duruma çare olarak 3 yaşındaki oğlum Kemal Ata yetişti imdadıma. “Kokla bakim annecim beni” dedim. Benim bıdık güzel şeye “çikolata gibi” diyor çünkü. Bi kokladı beni “iiyyyyyennççç” dedi ve ben ondan sonra bıraktım sirkeyle yıkanmayı. Sonra bastım kendime kolonyayı, diktim şişeyi tepeme boca ettim her yerime.

 

Oldum size Eyüp Sabri Tuncer!

Çakmakla yaklaşsan yanacak kıvamdayım sürdüğüm kolonyadan o derece yani. Zaten deterjanlardan ellerim çatlamıştı, bir de bu dezenfektan ve kolonyadan dolayı ellerim ve bütün vücudum egzamaya bağladı iyice. Hatır hatır uyuz kediler gibi kaşınıyorum, her yerim kabardı halı gibiyim. Bir de öylesine tatlı tatlı acımtırak yanma hissi var ki off evlere şenlik!

Benim gibi temizlik hastası bir başak kadını için yemin ediyorum işkence gibi bu karantina.

Temizlik ürünü ve aleti olarak internetten her gördüğümü aldım. Çok beğendiklerimi şimdiye kadar neden akıl edip de almamışım diye hayıflandım. Ama itiraf etmeliyim ki çok sinir olduğum ve büyük hayal kırıklığı yaşadığım cam silme aparatı tam bir fiyasko çıktı.

Üçgen şeklinde, cama içten ve dıştan yapışan mıknatıslı bir alet. Nasıl da sevinmiştim oysa “ohh bununla her gün camları silerim artık” diye düşünmüştüm.

Bir boka yaramadı anacım! Mıknatıs camı tutmadı. Bin kere denedim ama olmadı, attım çöpe. Ürünü aldığım siteye döşendim tabi o sinirle, şak diye engeli bastılar bana!

Evi yeri temizlemekten helak olan ellerime bakımlar yapmaya başladım. El, yüz, saç, bacak orası burası derken bildiğin Banu Alkan modunda dolaşıyorum evde.

Saçımda havlu, üstümde bornoz, bacağıma bilmem ne kremi, yüzümde falanca maske… Havuz kenarına parmak ucumun ilk boğumuyla basarmış edasıyla salondan mutfağa geçiyorum görmeniz lazım.

En son geçen gün Kemal Ata yüzümdeki altın maskeyi görünce “çohh saçma bişi bu” dedi ve bana örümcek adam oyuncağını fırlattı. Neymiş efendim örümcek adam olmuş ve benim yüzüme ağ atmış! (Ağ da altından yalnız dikkatinizi çekerim!)

Örümcek adamla konuşmalar, Hulk’la sohbet etmeler, Pijamaskeliler’le yemek yemeler, Heidi ve Peter’i şirret Teressa’ya karşı uyarmalar, Rafadan Tayfa’daki Hayri’ye “az ye!” diye çıkışmalar…

Ben şu anda oyuncaklarla ve çizgi film karakterleriyle bildiğiniz sohbet ediyorum ciddi ciddi!

Banyoya elimi yıkamaya giderken Bulmaca Kulesi’ndeki Aslı ve Mert gibi dans edip şarkı söylüyorum “hadi güzel arkadaşım elini yıka” diye.

Normalim dimi??!!!

Sevgili Kaçırma Rehberi

odun adam

 

Yazının başlığını yanlış okumadınız, evet bu bir sevgili kaçırma rehberi.

“Nasıl yani?” diyenler için ön bilgilendirme yapayım; nasıl sevgili bulunurla ilgili milyonlarca yazı ve yöntem vardır ama bulduğun sevgiliyi tez zamanda kaçırtabilmek için yazdım bu yazıyı.

Mevcut sevgilinizden bir türlü ayrılamıyorsanız hiç üzülmeyin, okuyun yazdıklarımı ve uygulayın, iki güne kalmaz terk edilirsiniz kontigaranti!

Ayrıca henüz sevgiliniz yoksa ve bir gün bulurum diye umudunuz varsa, binbir uğraşla bulduğunuz adamı/kadını elinizde tutmak için bu okuduklarınızı kesinlikle yapmayın derim.

 

Bu yazıyı kimler okumalı?

Bence bu yazıyı en çok gençler okumalı. Ergenler, yeni yeni manitacılık işlerine girenler okusunlar.

Hatta anneler özellikle erkek çocuklarına okutmalı bu yazıyı çünkü ağaç yaşken eğilir anacım! Okuyun ve öğrenin nasıl davranılmaması gerektiğini.

Not: Oğlu olan anneler, bazılarınızın adını tek tek yazıyorum buraya! Yazıyı okuyup bana haber verin ona göre…

Banu, Bahar, Ayşegül, Arzu, Nisa, Esra, Tuğba, Deniz, Derya, Ebru, Nevin, Efser, Ceren, Aslı, Özgen, Saadet, Meral, Songül, Zeynep, Gülay, Kamuran, Semra, Sinem, Cansu, Nükhet, Ayça, Mine, Hande, Çiğdem…

Annaaa…. Abbaaooovvvv.. Ne çok kaynana adayı arkadaşım varmış benim! Üstelik de ilk aklıma gelen isimler bunlar! 1.Kaynana Konseyi toplayacak kadar erkek anası tanıyormuşum ben meğer!

Karar sizin…

Aslında bir yemek tarifi gibi düşünmek lazım bunu. Gerekli malzemeler listesi ve yapılış şekli, pişirme yöntemi ile nasıl ki yemek tarifi oluyorsa işte aynen bu yazdıklarımı okuduğunuzda ve de uyguladığınızda, bir adamı ya da kadını hayatınızdan çıkartabilirsiniz.

Emin olun ki bunları yaptığınızda hayatınızdaki insan sizden koşa koşa kaçacaktır. Tercih size kalmış canlar…

 

Haydi başlıyorum? Hazır mısınız gencolar?

Evet, önce lazım olan bir adet uygun ebattaki sevgiliyi temin edin. Artık onu nasıl yaparsınız bilmiyorum, bulun işte!

Arkadaş ortamınızdan mı yardım istersiniz, sosyal medyadan mı medet umarsınız, telefon defterinizi mi karıştırırsınız, yokluktan fanfinifinfon sitelerine mi bakarsınız bilemem gari!

Bulduysanız şimdi onu koyun bir kenara, azcık dinlensin, sıcağı gitsin.

İlk muhabbet girişimini yapıp, en tatlı ve şirin maskeni taktıysan, arzular şelale kıvamına geldiysen hah işte dur ve bu yazdıklarımı oku!

 

Dışarıda hesap ödeme kastırmacası!

En baştan peşinen söyleyeyim, hesabı hep erkek öder gibi saçmalıkları geçin! Kimsenin kimseyi besleme yükümlülüğü yok! Ayrıca bu çok ayıp bir şey bence.

Ne münasebet kardeşim? Benim yediğimi içtiğimi neden yanımdaki adam ödesin? Benim param yoksa cebimde, dışarı çıkmam zaten bu kadar basit.

Erkekleri ATM gibi gören kadınlardan nefret ederim. Böylelerinden olmayın rica ederim!

Haa adam centilmenlik yapıp hesabı ödüyorsa (bunun da adabı vardır, yazacağım şimdi) kibarca teşekkür edin ve kahveyi de siz ödeyin hanımlar. Vantuz gibi, kene gibi tiplerden olmayın lütfen. Kibarlığın, nezaketin her zaman geçer akçe olduğunu da unutmayın.

Yemeğinizi yediniz, sohbet şahane… Sıra geldi hesabı istemeye.

Beyler lütfen çok rica ediyorum garsona ıslık çalmayın! “Hoouupp” diye seslenmeyin! Bilader, kardeş, hacım, başgan gibi varotik kelimelerle garsonu çağırmayın!

Yanındaki adam garsonu böyle çağırıyorsa hemen uzaklaş oradan bacım! Bak çok net söylüyorum, bu Kastamonu kerestesinden bi halt olmaz!

Masaya gelen adisyon defterini açıp, sunum dosyası inceler gibi incelemeyin! “Biz kaç su içtik?” diye soruyorsa biri, onun kibarlığından da bonkörlüğünden de şüphe duyun!

Hesap ödeme konusunda kararlı tavır sergileyin ama bunu abartmayın tabi. Adisyonu çekmeler, karşısındakine kaptırmamak için hamleler yapmalar, eline vurmalar, “senin paran burada geçmez” demeler…. Sakın ha! Yan masalarda oturanlara güldürmeyin kendinizi.

Kibarca izin isteyip kalkın masadan, tuvalete gidermiş gibi yapın ödeyin hesabı yada masaya gelince adisyon, sakince verin kredi kartınızı bitirin işi. Artistliğe lüzum yok.

Benzer durum sevgilinizle birlikte gittiğiniz market alışverişinde de geçerli. Kasaya gelmeden cebinizde hazırlayın parayı ve şak diye uzatın kasiyere. Böylece polemik yaratmamış olursunuz. Elinde kredi kartını emanet gibi tutan zibidi varsa yanınızda yine uzaklaşın oradan!

 

Tatil zamanı…

Sevgilinizle her şey yolunda gidiyor çok şükür ve birlikte hafta sonu kaçamak yapmak istediniz. Tüm haftanın yorgunluğunu atmak, birlikte keyifli bir gün geçirmek istediniz. Aman ne şahane… Nereye gitmek istediğinize ortak karar verin lütfen.

Deniz kenarı olsun, akşam kumsalda yürüyüş yapalım gibi romantik hayalleriniz “Silivri’de bizim yazlığa gideriz!” gibi beyin baltalayıcı bir dâhiyane(!) fikirle son bulmasın mümkünse.

Çeşitli internet sitelerinin hafta sonuna özel kampanyalarından faydalanmak isterseniz eğer, o sitedeki fiyatlara dikkat edin! Bilmem kaç liradan başlayan fiyatlarla ibaresini iyi okuyun. İnternetten görüp beğendiğiniz oda ile otele gittiğinizde kalacağınız oda aynı olmayabilir çünkü.

Ve en önemlisi bu tarz durumlarda rezervasyonu yapmak erkeğe yakışır! Kız arkadaşınızla ortak karar verdiğiniz lokasyon ve otelden rezervasyonu bizzat kendi kredi kartınızla siz yapmalısınız beyler! Yatılı konaklamayı hatuna yıkıp bir de üstüne odayı beğenmemek gibi bir öküzlük, direkt kırmızı kart gerektirir benden söylemesi!

 

Birlikte bir gece geçirmek…

Ne tatlı geliyor kulağa dimi? Evet her şey yolunda giderse elbette şahane olur. Peki ne yapmak gerekiyor her şeyin şahane olması için?

Valla sizin becerinize ve yaratıcılığınıza kalmış tabi ama şunları yaparsanız emin olun ki sevgiliniz bir daha sizinle birlikte olmak istemeyecektir!

Gittiğiniz yere yanınızda mutlaka yedek eşyanızı götürün. Hatunlar burada özellikle siz dikkat edin, yedek kıyafet alacağım diye 1 gece kalacağın yere koca valizle gitmeyin!

Küçük bir şık el çantası ya da spor sırt çantası uygundur bu durumlarda. Migros poşetine tıkıştırmayın allasen!

Alacağın çantanın içine bir tişört, eşofman altı mutlaka koymalısın. Rica ederim evde temizlik yaparken kullandığın dizi çıkmış, yırtık sökük bir şey olmasın! Özenli olun biraz!

Çorap koymayı unutma! Ayakkabını çıkarttığında çorabın kaçmış olabilir, ayağın kokmuş olabilir, dünya halidir bu neticede.

Ertesi gün üstünü değiştireceğin yedek kıyafetin mutlaka olsun o çantada. Sabah uyanıp yataktan kalkınca geldiğin kıyafetleri giyme sakın. Ter kokar, sigara (KAMU SPOTU: Tütün ve tütün mamulleri sağlığa zararlıdır.) kokar, yemek kokusu siner… Değiştir üstünü başını.

Yatarken giyeceğin bir kıyafetin olsun mutlaka yanında! Evinde istersen don paça yat hiç önemli değil ama sevgilinle bir tatile çıkıyorsan, öyle evindeki gibi rahat rahat dolaşamazsın. Özenin biraz kendinize ve yanınızdaki kişiye. Saygı göstermektir bu.

 

Öz bakım çok önemli!

Mutlaka ama mutlaka o çantanın içinde olmazsa olmaz eşya, diş fırçası ve macundur. Kendi diş fırçanızı alıp, hatundan macun istemeyin. Bunlar özel eşyalardır unutmayın.

Küçük bir tarak alın yanınıza. Sabah uyanınca saç sakal birbirine karışmış durumda olmayın.

Akşam yatarken Gıvançç Datluuduu sabah kalkınca Baydemir Appaş kıvamında olmayın! Şoka sokmayın milleti…

Kişisel öz bakımınıza dikkat edin rica ediyorum! Terleyebilirsiniz bu çok normal ama bunun önlemini alın bi zahmet. Rollon ve deodorant ucuz şeyler, alın sürün koltuk altınıza. Buram buram ter kokan biriyle kimse öpüşmek istemez sokun bunu aklınıza!

Ayağınız kokuyor mu bilin bunu! Giydiğiniz ayakkabı da kokutabilir ayağınızı. Su sabun, ıslak mendil, ayak için deodorant gibi milyonlarca çözüm varken ekşimiş lor peyniri gibi dolaşmayın ortalıkta benden söylemesi.

Off valla daraldım, midem kalktı yazarken…. İnanın çok var böyle hödüklerden.

Kadınlarda da var emin olun. Sırf yüz göz boyamakla olmuyor bu işler. Hijyen ve öz bakıma herkesin dikkat etmesi gerekiyor. Kılınıza tüyünüze dikkat ediverin gari bunu da yazdırmayın bana…

Hanımlar özel günlerinizde kendinize daha çok dikkat edin bence. Hormonların fazlaca salgılanmasıyla oluşabilecek kötü kokular için hijyeninize özen gösterin. Özel bölge spreyi alın, ohh misss çilekli mi vanilyalı mı lavantalı mı istersin sana kalmış artık…

Fresh olun yani… Sabah uyanınca duşunuzu alın, saçınızı tarayın. Tertemiz kıyafetlerinizi giyin. Dişinizi fırçalayın. Akşamdan kalma makyajınızı silin ki sabah gözlerinizin altı akmış rimelle dolmasın.

Sabah uyanınca ayı gibi esnemeyin lütfen! Aaauuaaahh gibi garip garip sesler çıkartmayın. Yanınızda sevgiliniz var unutmayın, evinizde istediğiniz gibi geviş getirip yanlayabilirsiniz ama yanınızda özel biri var, sokun bunu aklınıza bi zahmet!

 

Sevgilinizin evindeyken…

Özenli olun, kibar olun. Nazik davranın. İnce düşünceli olun, temiz olun.

Sevgilinizin evine giderken eli boş götü yaş gitmeyin! Küçük bir hediye alıverin.

Ne bileyim, birlikte kahve içerseniz iki kişilik fincan ya da kupa gibi, onun sevebileceği küçük bir şey alın. En olmadı çerez cips meyve falan alın.

Amaç ev hediyesi değil cancazım, ince düşünceli olmak maksat.

Evin içinde de özenli davranın sevgilinize.

İki aylık sevgilinizin yanında ayaklarınızı uzatıp TV izlemeyin mesela…  40 yıllık evliymiş gibi rahat rahat takılmayın yani.

Evinize gelmiş olan bir misafirdir neticede sevgiliniz, öyle davranın.

Ona özel, temiz bir havlu vermek artı puan kazandırır unutmayın. Hiç kimse sizin kullandığınız havluya elini yüzünü silmek zorunda değil. Ne ayıp şeydir bu ayrıca!

Sevgilinizle evde olmak demek, ilişkide level atladığınız anlamına gelmez!

İlk başlardaki o naiflik ve nezaket aynen bu günde de geçerlidir. Nasılsa evdeyiz diye özünüzde olan camışlığı ortaya çıkarmanın alemi yok! Evde de olsanız sevgilinizin yanında tırnaklarınızı kesmeyin mesela!

Tekrar söylüyorum, sizin evinize gelen misafirdir sevgiliniz. O yüzden kıçınızı kaldırıp çayınızı kendiniz doldurun bi zahmet!

Sabah uyandığınızda siz alışkanlık olarak belki kahvaltı yapmıyor olabilirsiniz ama evde bir misafir olduğunu unutmayın lütfen. Nezaketen de olsa “aç mısın, bir şeyler yemek ister misin” diye sorun.

Mükellef Van kahvaltı salonu tarzında sofra kurmanızı kimse beklemez sizden ama çay ve simit de zor bulunan şeyler değildir, aklınızda olsun! Hele ki akşamdan kalan bayat çayı ısıtıp vermeyin aslaaaa…

Kendi evimdeyim nasılsa deyip tuvalette garip sesler çıkartmayın lütfen! Bağırsaklarınızla ilgili sorununuz varsa doktora gidin. Sevgilinize senfoni dinletmeyin sabah sabah, inanın ki çok mide bulandırıcı olursunuz!

İnanın o kadar da zor değil bunları yapmak. İçinden gelmeli insanının. Doğasında var olmalı insan olduğunu hatırlamak. Kibar olmak çok zor değil. Aileden öğrenilmesi gereken şeyler aslında bu yazdıklarım. O yüzden erkek annelerinin okumasını arzu ettim bu yazımı, okuyun ki oğullarınızı düzgün yetiştirin. Sonra gün gelince evladınıza kalas denmesin…

Kavun seçebilir misiniz?

Ben iyi seçerim. Hayatta yaptığım iyi şeylerden biri kavun seçmektir. Çoğu zaman bir bakışımla anlarım kavunun iyisinden kötüsünden.

Azıcık elimle yoklasam %100 garanti veririm güzel mi kelek mi olduğuna. Öyle dibini koklamaya falan gerek de duymam, yanılmam tercihimde.

Karpuz konusunda da iyiyimdir. Tam yerini denk getirip, bi tık vururum kabuğuna içerden gelen sesten anlarım güzel olup olmadığını. Eve gelip de bıçağı değdirince çatırt diye ayrılır mübarek. İyiyimdir yani bu konuda.

 

Keşke insan seçerken de bu kadar başarılı olabilsem!

Hani meşhur laf vardır ya “kavun değil ki dibini koklayalım”! İddia ederim ki insanlık tarihinin en nokta atışı metaforudur bu söz.

Milletin deli demeyeceğini bilsem, yeni tanıştığım kişilere ilk yapmak istediğim fiildir bu; “yat şuraya bi koklayayım dibini” diyebilmek!

Avuç içine sığabilen kavun bile rengini, cinsini, içini belli eder işte dibini koklayınca ama cinsine tükürdüğümün insan evladını böyle anlamak mümkün mü?

İlla farklı gösterir kendini insan soyu!

Kadını da erkeği de böyledir maalesef. Olduğu gibi değil, olmak istediği gibi davranır aslında. Instagram gibi zanneder hayatı, öylesine filtreli yaşar.

En güzeli benim pozları, en cool benim tavırları, en okuyanı, en kültürlüsü, en mutlusu, en eğleneni, en en en en…. Eeee? Sonuç?!

 

Don düştü göt görüldü işte!

“Göt” sadece kaba yer, kaba et, popo, üstünde oturabildiğin bölge anlamında değil, kişiliği oturmamış, ne istediğini bilmeyen, içi başka dışı başka, yanardöner, kaypak, sözüne güvenilmez anlamındadır da aslında.

Yoksa birine kızdığımızda neden “göt herif” diyelim ki? Organlarımızla sorunumuz yok çok şükür!

Çok vardır böyle götlerden etrafımızda. Uslu bir çocuk olup Şirinleri’i görmeyi bekleyeceğinize, etrafınıza dikkatli bakıp her yerde bulun o götleri bence!

Bulun ve hayatınızdan çıkartın.

Genellikle çok sinsi tiplerdir. Kendisine verdiği zararın zerre farkında olmayıp, çevrelerini zehirlerler.

Bir kasa olgun domatesin içindeki çürük domates gibidirler. Sinsi sinsi beklerler. Fark etmeyip de bırakırsan onu kasada, bütün domatesleri ziyan zebil ederler.

 

Bu göt tipler illa kazık atar (net bilgi yayalım)!

Valla kazığın cinsi biraz da sana bağlı ey okuyucu! Maddi mi manevi mi orası senin saftrikliğine kalmış…

İlgi arsızı tiplerdir bunlar!

Sadece senin ilgine değil her kadının ilgisine ihtiyaçları vardır. Bütün etrafının ilgisini üzerinde toplamak ister. Herkes onu beğensin, herkes onu yakışıklı bulsun ister.

Kadınlar genellikle öyle değildir. Biz kadın olarak bir erkeğe ait olma duygusunu hissetmek isteriz. Erkeklerin DNA’sında yoktur bu.

Erkek 77 yaşında da olsa, yazlık komşusu kadının karpuzunu kesmeye bile gider yeter ki azcık ilgi görsün!

Erkekler hayır diyemez çünkü bu kadar basit. 20 yıl önce ayrıldığı sevgilisi gece yarısı aradığında koşa koşa lastiğini değiştirmeye gider bu tipler. Bişi yapacağından değil, o da yanımda olsun, yedekte dursun mantık bu. Egolar tavanda gezerler.

 

İlgi delisidir bunlar..

Bizim gibi kadınlar öyle midir peki? Asla….

Bizim normal yaptığımız davranışı bile “yazmak” olarak algılayan bu tiplerle dolu etraf!

Ve maalesef bu tiplerle çiftleşmek zorundayız biz kadınlar!

Denizatı gibi değiliz netice, keşke öyle olsak da bu “erkek” geçinen tiplere tenezzül bile etmezsek süper olurdu!  Beyin basıyor oksidosini sonra ver Allah ver… Bizde de durum bu anacım.

Şurdan caddeye çıksak, şöyle bir aşağı doğru yürüsek onun gibi on tanesini buluruz! En kötümüz bile bulur yeminle!

Bu erkeklerin bir kadını etkilemek, etkilediğini yedeklemek, gururlarının okşanması, egolarının tatmin edilmesi gibi ilkel dürtüleri var.

Kadınlar daha evrilmiştir çünkü, erkek gibi ilkel değildir.

Erkekler ilk beğendiklerinde beşinci vitesle gelmiyor mu? Ölüyorumlar bitiyorumlar, aramalara, yazmalar…. Ee biz kadınlar da ikna oluyoruz sonunda. Sonra?? Hoopp vites düşer bire! Aramalar sormalar ilgisi biter. Çünkü sizi elde etmiş, cebine koymuş oluyorlar!

 

Çünkü erkekler gözüyle, kadınlar kulağıyla sever!

Aidiyet duygusu sadece biz kadınlarda var, erkek o moda değil maalesef.

Yiyelim içelim gezelim tozalım ama başka moda geçmeyelim, dertleri bu. Bir hafta tamamlanıp, onuncu güne geçilince afagan basar bunlara.

Triplere girerler. Ne oluyoruz moduna öyle bir girmiştir ki, seni de o dipsiz kuyuya çekerler.

Kendini sorgularsın, “ben nerde yanlış yaptım” diye!  Halbuki insan gibi davranmışsındır, akıllı uslu gayet usturuplu davranmışsındır ama yine de yaranamamışsındır!

Sorun sende değil, onda! Evet aynen de böyle.

 

Sorun bende değil, sende!

Sen çünkü insan gibi davranılmaya alışkın değilsin.

Normal bir ilişki yaşamaya formatlanmamışsın.

Gezelim tozalım yiyelim içelim sevişelim, modun bu!

Korkaksın!

Kendinden korkuyorsun. Sevmekten, aşık olmaktan, bağlanmaktan deli gibi korkuyorsun ve bunu kendine bile itiraf edemiyorsun!

Ve en önemlisi dürüst değilsin!

Ee kabul eden, içine sindiren, tercih eden varsa saygı duyarım elbette.

Haa bir de pinti tipler baş belasıdır, uyarayım! Bu pintiliğin parayla pulla alakası yok, duygusal pintilerden kaçın kaçın!

Duygusunu, sevgisini, kalbini sakınanlar aman evlerden ırak olsun.

En iyisi gelişine vurmaktır bence. Kalbini açmaktır, olduğun gibi davranmaktır.

Öyle olamayanlar utansın!

Aman uzak durun! Sallayın gitsin…

Kendinize saygınız olsun, değerinizi ayaklar altına aldırmayın canlar.

Kader…

 

Kaderimizi biz mi belirliyoruz yoksa önceden zaten belli olan bir hayatı mı yaşıyoruz?

Özgür irademizle yaptığımız seçimler mi belirliyor hayatımızın şeklini? Ya da acaba biz seçim yaptığımı zannederken, aslında bu da bize verilen yaşamın kurgusu mu?

Sahi nedir kader?

Yaşamımız mı? Başımıza gelenler mi? İyi günlerimiz mi yoksa kötü tecrübelerimiz mi?

Başarılarımız mı? Kazançlarımız mı? İflaslarımız mı? Sevdiklerimiz mi? Bizi sevmeyenler mi? Aşklarımız mı? Sevişmelerimiz mi?

Nedir? Yoksa hepsi mi?

Yaptığımız yanlış tercihleri ve sonrasındaki üzülmelerimizin sorumlusu olarak kaderi göstermek kolayımıza mı geliyor yoksa? Kader böyleymiş demekle bütün suçu kadere yükleyip işin içinden sıyrılmak hoşumuza mı gidiyor?

O yanlışları da biz bilerek isteyerek yapmıyor muyuz bazen? Denemesek, yapmasak içimizde uhde kalacağı için girmiyor muyuz dikenli yollara? Bazen bile bile lades demiyor muyuz?

Neye göre yanlış neye göre doğru peki? Kime göre?

Verdiğimiz bir kararın, çıktığımız bir yolun, hayatımıza dahil ettiğimiz bir insanın bizim için iyi veya kötü sonuçlara neden olduğunu ne zaman anlarız?

Onunla, o her neyse, işimiz bittiğinde! Olay bitip sonuca ulaştığı andaki duruma göre karar veririz iyi yada kötü olduğuna. Yaşamımıza kattığı değere, bizde bıraktığı hislere göre sonuca ulaşmaz mıyız?

Çok sevinerek başladığımız bir iş diyelim… Bin bir zorlu mülakatla girmeyi başardığımız bir şirketteki en iyi pozisyona sahip olduk. Tam da hayalimizdeki işe başladık diyelim. Her şey süper gidiyor… Çalışma ortamı harika, işini çok seviyorsun, müthiş para kazanıyorsun ve çok mutlusun…

Sonra bir gün bir şey oluyor pat diye her şey tepetaklak oluyor. İşini kaybediyorsun, belki suçlanıyorsun yok yere. Çevrendeki herkes senden vebalı gibi kaçıyor… Hatta iftiraya uğruyorsun… Ve üstelik bütün bunlarda senin zerre kadar suçun günahın da yok. Ama kalıveriyorsun işte öyle ortada sap gibi. Anlatamıyorsun derdini bir Allahın kuluna. Yapıştı mı alnına o kara leke, temizle bakalım temizleyebilirsen!

Kader mi bu? Bu mu kader?

Biriyle tanışıyorsun diyelim… Hiç aklında yokken ve hatta bununla ilgili büyük laflar etmişken pat diye evleniveriyorsun. Eteklerin zil çalıyor heyecandan. Tekil hayattan çoğul yaşama geçmenin adaptasyonunu atlatmaya çalışıyorsun acemice…

Eş olmak nedir, aile olmak nedir diye çabalarken aidiyet duygusu içinde yer edinmeye çalışıyorsun.

Uğraşıyorsun, didiniyorsun, kavga ediyorsun, seviyorsun, seviliyorsun, mutlu oluyorsun, mutsuz oluyorsun, ağlıyorsun, kahkahalar atıyorsun, düşünüyorsun…

Ancak hayat hep devam ediyor planlar yapmaya… Ya da zaten ezelden beri var olan planını işletmeye devam ediyor…

Sen oynuyorsun sadece önüne gelen spontane oyunları…

Yolun sağından gitseydim şöyle olurdu, solundan gitseydim böyle olurdu diye düşünüyorsun.

Onunla tanışmasaydım evlenmezdim yada o ilana başvurmasaydım o işe girmezdim demiyor muyuz?

Yoksa hayat tesadüflerden mi ibaret?

Tesadüf zannettiğimiz şey aslında yoksa! Biz onu masumca tesadüf diye adlandırıyorsak?

O gün o durakta beklerken tanıştığımız o kişinin, çöpe atacakken gözümüze çarpan gazete ilanının, son anda açılan o telefonun tesadüf olduğunu nereden anlarız?

Ya tüm bunlar bizim zaten yaşayacağımız şeyler ise? Yaşamamız için kurgulanmış olaylar ise? Mutlaka olması gerekenler ise yaşadıklarımız?

Yine de o insanları tanır mıydık? Tanışır mıydık onlarla?

A yolundan değil de B yolundan gitseydik de tanışmış olur muyduk o insanlarla bambaşka şekilde?

Peki ya gerçekten böyle olmasaydı? Daha başka seçimler yapsaydık nasıl olurdu?

O gün o durakta beklemeseydik, o gazeteyi çöpe atsaydık ve görmeseydik o ilanı, o mühim haberi aldığımız telefonu açamasaydık nasıl gelişirdi olaylar? Neler olurdu hayatımızda? Nasıl şekillenirdi yaşamımız?

Evet onunla evlenmeseydik ya da o işe girmeseydik neler olurdu? Hayatımız nasıl akardı? Nasıl şekillenirdi yaşanılacaklar?

Hayatımızda kaç tane dönüm noktası var acaba?

O günün şartlarına göre, o anki hislerimize göre kendimizce en doğru seçeneğe yöneldiğimize inanırım ben.

Ve her zaman iyinin iyi, kötünün de kötü olmadığını bilirim.

İyi, o anlık iyidir. Zaman akıp gidip, yaşanılacaklar yaşandıktan sonra benim için iyi mi kötü mü olduğunu hayat gösterir.

Kötü dediğim de aynen böyledir benim için. Bir kaza, bela, üzüntü, aldatılma her ne yaşadıysam o zaman zarfında canımı acıtır.

Su akar yolunu bulur misali gün gelir, o yaşadığım kötü tecrübenin aslında benim için iyi olduğunu anlarım. Ya da böyle düşünmek kolayıma gelir çünkü neticede sahip olduğum ve çıkarım yapabildiğim tek gerçeklik şu anki zamandır.

Keşke zamanda geriye gidebilme icat edilse! Evrenin derinliklerinde zaman kırılımlarının içine girebilsem…

Ay dur girdim şimdiden!

O kısa boylu güdük kel müdürün suratına tükürürdüm ilk önce!

Kendini bi bok sanan madam Gestapo’nun saçını başını yolardım, valla içimde kaldı o çok!

Bana deli gibi aşık o düz saçlı çocuğa özür borcum var, onun beni sevdiği kadar aynı şekilde çok sevemedim napayım!

Okuduğum üniversite değil de alt tercihim bölüme gitsem ne olurdu acaba? İlk aşkımla evlenseydim (ay çok salak bişeydi ama olsun) ne olurdu?

Ya da hiç evlenmeseydim nasıl olurdu hayatım? Yok bundan anında vazgeçtim çünkü evlat sahibi olmanın tadı başka…

Ahrette amel defterimiz elimize verilip bütün günahlarımız açıklandığında, seyirci jokeri kullanıyormuş gibi bu yaşanılanların B şıkkı olsa mesela?

Zoi’nin hayatı versiyon 2 mesela? Olmaz mı? Hiç mi olmaz?

En azından bi görseydik bari, olsa nasıl olurmuş?

Senaryoda mantık hataları olsa da genel olarak iyiydi sayın seyirciler 🙂

 

 

 

 

Cıncırlı Bey…

Korkularınız var mı?

Kediden, köpekten, böcekten, yılandan, kuştan, uçaktan… En çok hangisinden korkarsınız?

Sizdeki varlığını bilmediğiniz korkularınız var mı peki? Benim varmış mesela!

Evet gerçekten varlığından haberdar olmadığım bir korkum varmış: Açık alan korkusu!

Bilenler yazsın lütfen bendeki bu sonradan fırtlayan korku durumunun açıklamasını. Olabiliyor mu böyle bir şey? Yani normalde olmayan yada varsa bile kişinin bilmediği, fark etmediği ama sonradan ortaya çıkan korku/fobi oluyor mu? Yoksa bu da mı bana özel bir şey bilmek isterim, yazın bana lütfen.

Bu açık alan korkusu nasıl ortaya çıktı onu anlatayım size.

Aslında trajikomik bir olay bu yaşadığım. Anlatayım da siz karar verin bakalım, bendeki bu durum ne.

Geçen hafta sonu bir AVM’ye gittim. Oğlum için alış veriş yaptım, kitapçıdan iki tane kitap aldım. Bir yerde oturdum yemek yedim, kahvemi içtikten sonra canım film izlemek istedi. Hazır gelmişken buradaki sinemaya bakayım, hangi filmler var dedim.

Şansıma tam da izlemek istediğim güzel bir komedi filmi denk geldi. En son seansta yer bulabildim. OIsun nasılsa evde bekleyenim yok dedim kendi kendime, biraz daha kitabımı okuyup zaman geçirmeye karar verdim.

Filmin başlama saati gelince geçtim salona, gömüldüm rahat deri koltuğa. Ohh dedim keyfim ve ben baş başayız 🙂

Son seans olmasına rağmen salon hıncahınç doluydu ki bu da özellikle benim sevdiğim durumlardan biridir zira komedi filmlerinde ben insan gibi gülemediğim için, en azından kalabalıkta anırmayla karışık kahkahalarım arada kaynamış oluyor böylelikle.

En son izlediğim Bold Pilot filminde rezil olmuştum çünkü! O güzelim at mı koştu o pisti yoksa ben mi ayırt etmek zor oldu yanımdakiler için.

Film bittiğinde ayaklarım neden acıyor acaba diye düşünürken ben, arka sıramda oturanların “ablayı salsak piste Bold Pilot’dan daha hızla koşacaktı!” dediğini duyunca yerin dibine girmiştim! Sırf bu yüzden yere bir şey düşürmüşüm de arıyormuşum gibi yapıp, tüm salonun boşalmasını beklemiştim çıkmak için.

Neyse ki bu sefer komedi filmi izleyecektim ve herkes en az benim kadar gülecekti. Tam da tahmin ettiğim gibi oldu çok şükür.

Tabi arada benim cıyaklamayla karışık kahkahalarımı, çok bomba bir sahnede çıt çıkmazken “haassssttrrrrr” deyişimden sonra tüm salonun bana gülmesini saymazsak!

Gülmekten boğazım şişik halde filmi bitirdim kazasız belasız çok şükür. Sinemadan çıktık, koloni halinde yürüyen merdivenlerden indik. En son seansta izlediğimiz için, film bittiğinde AVM çoktan kapanmış durumdaydı. Herkes hızlıca çıkışa gitti doğal olarak. Ama işte sorun burada başladı benim için.

Ben nereden çıkacağım?

Arabayı park ettiğim kapalı otoparkın girişi neredeydi acep? Girerken geçtiğim kapılar kapanmış ve ben girdiğim yerden çıkamıyorum! İlk girişte önünden geçtiğim mağazaları aklımda tutmaya çalışırım böyle durumlarda ama bu sefer o da işe yaramıyor maalesef hiçbirini bulamıyorum. AVM kapandığı için ışıklandırma azaltılmış ve birçok girişi de kapatılmış durumda.

Kendimi ormanda kaybolmuş Hansel ve Gretel gibi hissediyorum ve ne yazık ki cebimde ekmek kırıntısı da yok!

Çok katlı kapalı otoparkın kaçıncı katına park ettiğimi, park yerinin ne renkte olduğunu, kaç numaralı hangi harfli kolona arabayı bıraktığımı hatırlıyorum Allaha çok şükür. Ama işte oraya gidiş yolunu bulamıyorum bir türlü.

Daha beş dakika önce birlikte merdivenlerden indiğim onca insan nerede? Kimsecikler yok etrafta! Loş ışık içinde labirentte peynirini arayan kobay faresi Hamster (hazır lafı açılmışken, bununla da ilgili bir olayım var, hatırlatın bana bir ara yazayım bu Hamster maceramı da) gibi dolanıyorum koridorlarda.

On dakika sonra Hamster’lıktan deli danaya terfi ederek, depar atmada level atlamış oldum koca AVM içinde!

Sonunda bir yürüyen merdiven buldum oh dedim. Ama demez olaydım! Çünkü merdiven yürümüyor, duruyor!

O koca merdivenlerden dabada dubada langır lungur indim ve kapalı otoparka vardım.

Ay varmaz olaydım!

Koccaaa otoparkta bir tek ben varım! Önce sakin sakin, vakur ve küçük adımlarla yürümeye başladım. Ben yürüyorum, arkamda bir ayak sesi!

Dönüp bakıyorum etrafta kimse yok. Adımlarımı hızlandırdım, arkamdaki kişi de benimle birlikte hızlandı. Dönüp baktım kimse yok.

Zaten ortam loş, ışık mışık yok bir de arkamdan gelen ne idüğü belirsiz ayak sesi! Çıldıracağım az kaldı!

Çıkardım cep telefonumu, açtım kamerasını, selfie modunda videoya bastım. Arkamdan kimin geldiğini göreyim ki bana bir şey yaparsa elimdeki telefonumda kaydediyorum nasılsa, kriminale cinayet büroya canlı delil olsun yakalansın ırz düşmanı!

Yok ayol kimse! Ses var adam yok!

Kendi ayak sesimmiş boş otoparkta yankılanan!

Hadi kızım kendine gel, sakin ol saçmalama diye motive ediyorum kendimi ve hızlıca arabamı bulmaya çalışıyorum bu arada.

Etrafta ilaç için bir tane insan olmaz mı ya? Hani nerde yukarıdaki insan kalabalığı? Yok işte yok! Benim araba da yok ortada!

Sanki yer yarıldı içine girdi o kadar insan!

Acaba deprem mi oldu? Hayatta kalan tek insan ben miyim? Meteor falan mı çarptı dünyaya ha? Uzaylılar mı saldırdı acaba? Yoksa ben zamanda kırılım mı yaşıyorum nedir bu yalnızlık?

Dünyada kalan tek insan bensem şu anda, Adamoğlu’nun devamı için bana kutsal bir görev mi düşüyor acaba? Öyleyse beni maymunla mı çifleştirirler? Yok devenin nalı! Şaftın kaydı korkudan iyice mala bağladın kızım ya!

Baktım ki bu iş böyle olmayacak, kafamdaki deli sorular beni yiyecek, döndüm aynı yolu gerisin geri, girdim tekrar AVM’ye.

Girdim de, o yürümeyen merdivenleri çıkmak var şimdi bir de! Hadi koçum yaparsın sen, al bir derin nefes oohhh çeekk çek çeekk içine aferinnn bak sigarayı bıraktın iyi oldu gördün mü dedim, ya Allah bismillah deyip topukladım merdivenleri.

Kan ter içinde çıktım merdivenleri ve koştura koştura güvenlik noktası aradım. Karşımda güvenlik görevlisini görünce askerden gelen manitam gibi sevindim valla.

Adamcağızlar oturmuşlar muhabbet ediyorlar. Ben zaten kendi derdime düşmüşüm, ölmüşüm korkudan, ne konuştuklarını anlamadım ama bir laf duydum ki beni benden aldı. Ayıp olmasın diye sözlerini de kesmek istemedim. Aynen diyalog şu:

Güvenlik Görevlisi 1:“Anamlar memlekete Elbistan’a gittiler akrabanın düğününe.”

Güvenlik Görevlisi 2: “Oooo masraftasınız desene! Elbistan’ın para birimi ne hacı abi?”

Güvenlik Görevlisi 1: “Laa oğlum bi git yaa cahil!” (kahkaha patlattı abi)

Güvenlik Görevlisi 2: “Niye güldünkine? Elbistan avro mu gullanıyii?”

Güvenlik Görevlisi 1: puuuaaahhaaaaaaaa

Güvenlik Görevlisi 2: “Oraalaada rakı neyim ucuz ise getiregoysunlaaa giyeceedim ne gülüyon laa?”

Güvenlik Görevlisi 1: “De geet deli manyahhh.. Oolum Elbistan gavır memleketi deell, Kahramanmaraş’ın kazası laaa!”

Güvenlik Görevlisi 2: “hııııyyy!”

Ben tabi kendi şokumdayım o anda. Normal zamanıma denk gelse bu olay, anasını ağlatırım esprinin ama devrelerim yanmış o anda, heder ettim tatlı olayı.

Anlattım durumumu, arabamı bulamıyorum bana yardım edin dedim. Bir de tabi burnum yere düşse gururdan dönüp bakmama huyum var ya, huyum kurusun, korktuğumu da belli etmemeye çalışıyorum bir yandan.

Adamcağız anladı tabi yüzümden boncuk boncuk akan teri görünce.”Siz aşağıya inin, bir görevli yönlendiriyorum hemen size. Cıncırla yanınıza gelip size eşlik edecek” dedi.

Sevinçten atlayıverecektim adamın boynuna yeminle.

Gerisin geri indim o yürümeyen merdivenleri tekrar. Üçer beşer atladım indim aşağıya. Beklemeye başladım otoparkın kapısında. Üç beş saniye sonra cıncırla güvenlik görevlisi geldi yanıma. Ama o anda bende nasıl bir rahatlama, nasıl bir mutluluk anlatamam.

Tabi erken sevinmişim!

İnsan çok korkunca beyin hücreleri harikiri yapıyor bak bu kesin bilgi yayalım! Cıncırla gelen adam “beni takip edin” dedi ve fırrtt diye kayıverdi yanımdan, gitti. Ben sandım ki, adam beni yanına alacak ve birlikte gideceğiz arabamın yanına.

Cıncır dediğin avuç içi kadar alet. Adam ayaklarıyla üzerinde zor duruyor zaten bir de beni mi taşıyacak yanında? Hayır yani ne bekliyordum ki anlamadım? Beyaz atlı prens gibi gelip, atının terkisine beni atıp mı gidecekti?

Korkudan iyice sıyırdım, contalarım yandı gece gece.

Cıncırlı abi fırt diye gidiverdi taaa öteye. Ben yine dımdızlak kalıverdim loş ışıklı kapalı otoparkta. Bu sefer koşmaya başladım adamın peşinden. Bi de kibarlığımdan ödün vermeyeceğim ya, şöyle sesleniyorum arkasından “seeküüriitiiiiii, güüüvennliikkkkk, bakar mısınızzz”!!!!!!

Islık çalmayı bir türlü öğrenememiş olmanın acısını işte o an iliklerime kadar hissettim yemin olsun!

Adamcağız duydu sesimi, bekledi beni. O önde, ben arkada gittik arabanın yanına.

Benim kara şimşeğin (arabama isim koydum, kara şimşek, nasıl güzel mi?) yanına gelince güvenlik görevlisine en içten teşekkürlerimle birlikte bir miktar da bahşiş verip bindim arabaya.

Kontağı çevirdim, gaza basacağım ama bir eksik var!

Sağ bacağım yok!

Sağ bacağımı hissetmiyorum! Allahım yarebbim felç mi oldum ne? Yok ya felç falan değil bu, bildiğin Parkinson oldu sağ bacağım!

Sağ bacak parkinsonu oldum ben!

Çimdikliyorum, yok hissetmiyorum! Torpidodaki minik manikür setini aldım elime. Aç parantez, arabada manikür seti ne alaka diyenler için küçük bir açıklama; kaza bela olur emniyet kemeri sıkışır Allah muhafaza o zaman o setin içindeki makasla keser kurtulurum diye bulunduruyorum, kapat parantez. İçindeki törpüyü çıkartıp sağ bacağıma batırdım sivri ucunu. Ahh canım acıdı yaa! İnsan kendisine bu kadar haşin davranır mı ayol?

Tamamen korkudan titrek oldu sağ bacacığım! Bastım gaza geldim evime çok şükür.

Bir daha da gece son seansta film izlemeye tövbe ettim.

Bu arada, o AVM’de hangi katta hangi köşede ne mağazası var sorun, ezbere söyler, krokisini çıkartırım evelallah.

Anneleri Üzmeyin…

“Bir çocuk doğurdum, bütün dünyam değişti!”

Bekârken, çocuğu olan arkadaşlarımdan en sık duyduğum söz buydu. Yüzlerine karşı kırılmasınlar diye bir şey söyleyemezdim ama içten içe gıcık olurdum böyle konuşanlara. “Ne var yani, tek doğuran sen misin?” demek gelirdi içimden.

Çocuk cıyıltısından kafam tutardı resmen. Ağlayan zırlayan bebeğe asla tahammülüm yoktu. Hele o bez değiştirme olayı tam kâbusumdu. Boklu sidikli bez kokusunu duyduğumda kusardım.

“Anne olunca anlarsın” lafının tam manasıyla anlamını doğurunca anladım gerçekten.

İnsanın bütün dünyası nasıl değişiyormuş gördüm. Yapamam edemem dediğim her şeyi zevkle yapar hale geldim.

Gaz sancısı tutunca küçücük bir pırt yaptı mı diye kıçının dibini kokladım. Verdiğim her gaz damlasının tadına önce ben baktım, bebeğimden önce pırt pırt atan ben oldum!

Bu anne sütü nasıl bir şey acaba diye öldüm meraktan, sağdığım sütümden bir fincan içtim. Fena değilmiş tadı valla.

Biberon mamasına geçince tadım uzmanı olarak onu da denedim tabi. Ay bu bebekler neden deliriyor bu mama için anlamıyorum ki? Tatsız tuzsuz bir şey o mama ama seviyor işte veletler yapacak bişi yok.

Yalnız belirtmeden geçemeyeceğim, anne sütü emerkenkiyle mamaya geçinceki çişinin tadı farklı! Evet valla farklı!

Emdiği zamanki çişi su gibi, tat tuz koku yok ama mama içerkenki çiş bildiğin çiş işte! Denedim baktım tadına ordan biliyorum. “Ay bu manyak!” demeyin duyarım ben!

Bekârken salladığım büyük lafların sınavını, bebeğim kabız olunca verdim. Keçi boku gibi minik minik çıkartınca ilaçtı, kuru kayısıydı, zeytinyağıydı ne dedilerse yaptım.

Parmak uçlarımla tek tek kıvamına baka baka kırdığı oyuncaktaki yuttuğu boncuğu çıkarttı mı diye baktım. Bokunda boncuk bulmak deyimini fiilen yaşadım yani.

Evlenmeden önce hoobaa eller havaya modundayken, evlenip çoluk çocuğa karışınca mütedeyyin ev hanımı takılanlara çok gülerdim. Fasıllı rakılı ınstagram fotolarından sonra paso bebek videosu koyanlara gıcık olurdum.

Eee yavrum bu kadar çok gıcık olursan Allah senin başına da verir! Dimi ama? Verdi de zaten…

Oğlum Kemal Ata’dan sonra Instagram paylaşımlarımın çoğu değişti. Onunla güldüğüm, eğlendiğim tatlı anları paylaşmayı seviyorum. Anı kalsın istiyorum, telefonlara güvenmiyorum çünkü. Bir de benim gibi teknoloji özürlüyseniz yanlış bir tuşla bütün videoları fotoğrafları silebilirsiniz. Yok anacım bilgisayara da yüklenemiyor! Ben beceremiyorum işte.

Dikkat ediyorum elbette paylaşımlarımda. Çocuğunun banyoda çırılçıplak yıkanırkenki hallerini herkese gösteren pedofilik manyaklardan değilim!

Onlardan da çok var etrafta, iyi bakın etrafınıza, konu komşunuza dikkat edin, neler paylaşıyorlar bakın!

Bakın görün ki ona göre davranın, çocuğunuza nasıl davranıyor gözlemleyin!

“Aman canım sen abartıyorsun, ne var sanki onda, sevmiş işte çocuğu hem onun da üç tane evladı var” diyenlere kulak asmayın! Uzak tutun çocuklarınızı böylelerinden!

 

Kendilerini sergileyenler, çocuklarını da sergilemekten çekinmezler!

 

Yeri gelmişken söyleyeyim, bir de böyle tipler en namuslu takılanlardır! Sözüm ona kocasından çok çekinen, kocaları da maço geçinenlerdir. Instagram hesaplarına falan sadece kadınları eklerler güya ama paylaşımlarını bir görseniz üühüüvvv….

Dediğim gibi ben de paylaşıyorum çocuğumun fotoğraflarını videolarını. Ancak %100 değil elbette. Hayata dair, gezip gördüğüm yerlere dair, okuduğum kitap, sosyal içerik, faydalı bilgiler vs vs…

Arada bir şöyle tipler çıkıyor, “ay koyma Kemal Ata’nın fotosunu nazar değecek!”

Değmez annem sen rahat ol! Ben pozitif düşünen biriyim, olumlu enerjiye inanırım hep. Duamı okumadan ne bir kaşık yemek veririm ne de uyuturum çocuğumu.

Çakralarını da açarım, negatif eterik kordonu da keserim rahat ol sen. Yeter ki asıl sen kem gözle bakma!

Çok için gidiyorsa kaldır totonu doğur sen de koy fotosunu ya da baktın ki hala rahatsız oluyorsun benim paylaşımlarımdan, çıkart beni listenden bu kadar basit!

En başta da dedim ya, ben de böyleydim eskiden. Böyle tepkiler verirdim. Anlıyorum o yüzden böyle diyenleri. Ama işte anne olunca gerçekten çok değişiyormuş her şey.

Mutluluğunu paylaşmak istiyorsun, senin güzel gördüğün gibi sevdiklerin de görsün istiyorsun.

Aylarca sabırla beklediğin bir tek “anne” deyişini zafer kazanmışcasına gururlanarak ilan etmek istiyorsun.

Ya da benim gibi boşanmış, çocuğuna tek başına bakan bir anne olarak destek görmek istiyorsun…

“Gelinin yaşı var sigara da içiyor, iyi çocuk doğurabilmiş!” diyenlere inat belki de göstermek istiyorumdur dünya güzelimi!

Sen anlamasan da, beni diğer anneler anlar be kardeş sen rahat ol….

Hayatımız sosyal medya zımbırtısından ibaret değil elbette. Orası hayatın filtreli kısmı!

Sabahın altısında başlayan maraton var benim önümde… Bütün gün koşturmaca ile geçen saatler… Hem iyi bir anne olmak zorundasın hem de evi çekip çevirmek…

Çocuğun en az iki çeşit yemeği, sirkeli suda bekletilmiş meyvesi, akşamdan mayalanmış ev yoğurdu, ara öğünü, yıkanıp çorabına kadar ütülenmiş kıyafetleri, evin temizliğini alışverişini yardımcım olmadan hepsini tek başıma yapıyorum ben.

Bütün bunları yaparken çocuğumla her dakika birlikte, güle oynaya yapmaya çalışıyorum.

Akşam saat onbirden sonra ayaklarımı uzatıp bir kahve içmeye fırsatım oluyor, o da yorgunluktan uyuyup kalmadıysam şayet! Yada bütün gün koşturmaktan yemek yemeği unuttunca karnımın guruldamasından acıktığımı anlıyorum ancak o saatte.

“Ne var canım boşanmasaymışsın! Havuzlu bahçeli villada rahat batmış” diyenlerin ağzının ortasına kürekle vurasım geliyor içimden!

Kimse kimsenin ne yaşadığını bilemez. Çok mutlu, huzurlu, sevgi saygı aşk dolu bir yuvayı el kadar bebekle bırakacak kadar delirmedim çok şükür!

“Ee madem sen istedin ayrılmayı ne halin varsa gör!” diyerek ellerini ovuşturarak karşıdan bakıp seyredenlere, en ufacık bir hatamı bulmak için aportta bekleyenlere inat, evimdeki huzurla taklalar atıyorum valla!

Bebeğimi emzirdiğim için beni İNEK diye çağıran yok, ulu önderimiz Atatürk’den esinlenerek çocuğuma gururla koyduğum adı beğenmeyip ağzını burnunu büzen yok, “çocuğu sen doğurmuş olabilirsin ama söz hakkı bizde” diyerek parasıyla üstünlük kurmaya çalışan ve buna seyirci kalanlar yok….

Kavga yok gürültü yok. Mutluluk var çokça huzur var Allah’a şükür.

Geçen gün çocuğu parka götürdüğümde beni çocuk bakıcısı sandı diğer bakıcılar! Bütün bebelerin yanında bakıcısı var haliyle, “İlaydaaa be ceraful” diyor Filipinli çekik gözlü.  

“Siz kaç yıldır bakıyorsunuz” dedi birisi, atlayıverecektim üstüne!

Evinde temizlikçisi, çocuğuna bakıcısı, parası gani olana hayat güzel tabi!

Ben bilmiyor muyum gezmeyi tozmayı eğlenmeyi? Alasını biliyorum elbette! Milyon tane arkadaşım var her gün arayıp soran, şuraya gidelim diye planlar yapan…

Ama işte benim gibi tek başına mücadele eden bir anne isen önceliklerin farklı oluyor. Özenle yapılmış makyaj, fönlü saçlar, şık kıyafetlerle çocuğumun elinden tutup gezmek istemez miyim ben de?

Siz rakı masasında kalamarınızı gömerken, benim gibi annelerin bunları yaşadığını bilemezsiniz elbette o yüzden kime nasıl laf söylediğinize bir daha düşünün derim!

 

 

Daktilo…

daktilo

Yazmak, kendi kendine konuşmaktır.

Sesli olarak yapamadığın eylemi, parmaklarınla fiiliyata dökmek aslında. Söylemek isteyip de söyleyemediğin, boğazında düğümlenenleri, kalbini sıkıştıranları, sinirden beyin hücrelerine harikiri yaptıranları, çokça da hayalindekileri ifade etmektir bir bakıma…

Doğuştan gelen bir yetenektir aslında yazmak. Çok iyi konuşan, iyi hatip olanlar bazen iyi yazamazlar. Söylemek istediklerini kâğıda dökenler, gerçek meramını kaliteli biçimde yazıp, ne demek istediğini okuyanlara geçiren usta kalemlere her zaman saygım sonsuz olmuştur.

Arkadaş muhabbetinde şahane fıkra anlatırsın, herkes yerlere yatar, “bi tane daha patlat” der millet ama bunu yaz deseler kupkuru kalır, o duyguyu geçiremezsin, okuyan gülmez o fıkraya. İşte böyle bir şeydir yazma kabiliyeti.

Bir yudum suyu öyle bir yazarsın ki, okuyan kişinin dudakları kurur, yutkunur, canı su çeker. Budur işte yazmak! Susayan birinin karşısına geçip bir bardak suyu lıkır lıkır içsen canını çektiremezsin belki ama yazdıklarınla deli gibi susatırsın.

Gregor Samsa’nın bir sabah, huzursuz edici rüyalarından uyandığında, devasa bir böceğe dönüşmüş olarak kendini yatağında bulduğu, Kafka’nın o muhteşem eseri Dönüşüm’ün bendeki yeri ayrıdır. İlkokul çağlarında okuduğum bu şahane eser ile tasvirin gücüyle tanışmış oldum. Belki de bendeki ilk yazma hevesi bu kitapla başladı.

 

Düşlerinde herkes özgürdür…

Düşlediklerimi tasvir gücüyle beslediğim yazılar yazmak en çok istediğim şey olmuştur. Düşlerinde herkes özgürdür çünkü…

Bu konudaki ilk deneyimim ortaokul yıllarında oldu. Yaşadığım şehirde öykü yarışması düzenlenmişti. Yarışma ve ödül hiçbir önem arz etmezken benim için, içimdeki yazma istediğini perçinleyecek bir faaliyetin olması çok heyecan vericiydi.

Sıra dışı bir şey yazmalıydım!

Ortaokul ikiye giden bir çocuk için “sıra dışı” şey ne olabilirdi ki!

Okuyanların merak edeceği ve hatta “helal olsun” diyeceği türden bir şey olmalıydı konu. Ama ne?

Günlerce bunun üzerinde düşündüm… Evdekilere sordum “öykü yarışması var, ne yazayım?” dedim. Şahane cevaplar geldi!

Annem “beni yaz beni! Bak nasıl saçımı süpürge ediyorum” dedi! Babam “iyi bir evlat, hayırlı bir vatandaş nasıl olur onu yaz” dedi! Kardeşime sordum, garibim daha bıdıcık, dünyadan haberi yok, elindeki bez bebeği Aliş’i salladı!

Anladım ki bizimkilerden fayda yok bu konuda bana! Düşünmeye devam ettim, ne bulabilirim konu olarak diye…

Okul çıkışında sokak lahmacunu satan bir amca vardı (ay canım çekti şimdi bak, olsa da yesek), adını bile hatırlamıyorum şimdi o amcanın. Annem çok kızardı “sokakta satılan bişey yeme” diye tembihlerdi. Ama illa alırdım o lahmacundan. Ortasına koyduğu domatesin tadı hala damağımda valla!

Bir gün, okul çıkışında yine o amcanın tezgâhında toplandık, arkadaşlarla lahmacunları gömüyoruz… Sıranın benim lahmacuna gelmesini beklerken sohbet ediyoruz amcayla. Adamcağız yaşadıklarından, tecrübelerinden bahsedip bize öğütler veriyor…

Nasıl olduysa konu birden savaşa geldi. Kore gazisi olduğunu söyledi. Kore’de yaşadıklarını anlattı.

Bende ampul yandı birden!

 

Kore neresi ki?

Kendi sıramı arkada bekleyenlere verdim ve adama yaklaştım iyice. Daha çok anlatsın diye ağzının içine gireceğim meraktan. Bu ilgim adamcağızın da hoşuna gitmiş olacak ki detaylandırarak anlatmaya devam etti…

Elime tutuşturduğu lahmacunla ben hülyalara dalmıştım bile!

Ertesi gün yine lahmacuncu amcanın yanında bittim tabi ben. Ve bunu takip eden birkaç gün yine o amcadan Kore hikâyelerini dinledim büyük heyecanla. Ben sordukça o anlattı, o anlattı ben kafama kazıdım söyledikleri…

Öykü yarışması için yazacağım konuyu bulmuştum!

Her gün lahmacuncu amcadan dinlediklerimi kafamda canlandırıp, eve koşarak gidip anlatılanları unutmamak için defterime yazıyordum.

Bu böyle bir hafta kadar devam etti.

Ve sonra….

Oturdum defterimin başına, yazdığım notları tek tek binlerce kez okudum, ezberledim. Geceler boyu o yazılanları kafamda canlandırdım. Öykünün temasını hayallerimde oluşturmuştum bile!

Babam o lahmacuncu amcaydı. Anadolu’da bir köyde yaşıyorduk. Ben sekiz yaşında bir erkek çocuğuydum. Annem kardeşime hamileydi. Babamla birlikte tarlada saman balyalarken köye jandarma gelmişti ve babamı Kore’ye götüreceklerini öğrenmiştim.

Annemin gözyaşlarını silerken babamın arkasından bir tas su dökmüştüm onu uğurlarken. Zaman kavramını unutup günler geceleri, geceler haftaları, haftalar ayları kovalamıştı babamın yokluğunda. Kardeşimin doğduğunu da görememişti babam. Gitmişti ve gelmemişti… Her gün dua ediyordum babama dönsün diye ama dönmüyordu. Tarlalarda, bağlarda, bahçelerde bulduğum her işe gidip bazen çapa yapıyordum, bazen çift sürüyordum. Evin erkeği bendim artık. Bir gün köyün muhtarı geldi kapıya. Ne söylediyse anneme kadıncağız orada düşüp bayıldı. Babam ölmüşmüş! Başımız sağolsunmuş! Şehit olmuşmuş babam! Ben inanmadım buna. Çünkü benim babam ölmezdi ki! Ölemezdi! O giderken su dökmüştüm arkasından çabuk gelsin diye. Ben inanıyordum bir gün babam gelecekti….

Evet yazdığım öykü buydu. Sadece bu kadarını hatırlıyorum maalesef….

Kafamdaki kurguyu günlerce defterime yazdım. Şimdi sıra temize çekmeye gelmişti.

El yazımla yazmak istemedim nedense, belki de daha profesyonel olsun istemiştim kim bilir…

O zamanlar bilgisayar falan yok maalesef. Tek çare daktilo ama o da bizde yok. Sınıf arkadaşlarımdan birinin babası, yerel bir gazetede çalışıyordu. Arkadaşımı binbir zorlukla ikna edip, beni babasının iş yerine götürmesini sağladım.

Hulusi Amca kulakları çınlasın, beni dinledi. İlgilendi benimle. Amacım yazdıklarımı temize çekmek için ödünç bir daktilo almaktı. Heyecanım hoşuna gitmiş olacak ki kabul etti. Koca bir valize özenle yerleştirdik daktiloyu. O ağır alet zarar görmesin diye yavaş yavaş, milim milim yürüyerek eve getirdim.

Ve başladım yazmaya!

İlk defa daktilo görüyorum ve çok heyecanlıyım. Hulusi Amca öğretmişti gerçi bana satır başı nasıl yapılacak, büyük harfe nasıl geçilecek, kelime arasındaki boşluk nasıl yapılacak göstermişti ama iş başa düşünce biraz zorlandım tabi.

Defterdekileri tek tek, her kelimeyi ezberleyerek yazdım.

İlk sayfalarda harf hatası yüzünden kaç tane kağıt attım kim bilir…

Tam üç gün boyunca durmadan yazdım…

Taktiki takk takk taakk tak tak seslerinden evdekilere sinir bastı haliyle. En son annem carladı “yeter be kafam şişti” dedi ve kaldırıverdi önümdeki daktiloyu. Salya sümük ağlayarak aldım elinden ve tamamladım öykümü.

İlk olarak babama okuttum yazdığımı. Okudu, okudu, bir daha okudu ve döndü bana “bunu gerçekten sen mi yazdın?” dedi. Nedense inanamadı adam! Ben de onun neye inanamadığı anlayamadım!

Sonra oturdum anlattım bütün olanları… Lahmacuncu amcayı, onun hikayesini, gazetede çalışan Hulusi amcayı ve daktiloyu…

Gözleri parladı babamın ve “aferin güzel olmuş” dedi.

Çok gururlanmıştım gerçekten. Babam beğendiyse tamamdı bu iş. Gönül rahatlığıyla yazdığım öykümü yarışmaya gönderebilirdim.

Ertesi gün okula koşarak gittim ve hemen müdür yardımcısının odasına çıktım.

Ceketimi iliklerken ve odanın kapısını tıklatırken ölüyordum heyecandan. Yazdığım öyküyü özenle şeffaf dosyanın içine koyup, mavi telli başka bir dosyanın içine yerleştirmiştim. Dosyanın üzerine adımı, sınıfımı ve büyük harflerle öykümün adını yazmıştım.

 

Kunuri…

Öykümün adı Kunuri idi. Kore Savaşında Türk askerlerinin en büyük kayıplar verdiği, çok yoğun çatışmanın yaşandığı bölgenin adıydı Kunuri. Bizim lahmacuncu amcanın gerçekten savaştığı ve bir kolunu bırakıp geldiği yerdi.

Müdür yardımcısı aldı elimden dosyayı masasının üzerine bırakıverdi. Bakmadı bile içindekine. “Yarışmayla ilgili havadisleri okulun panosuna asarız ordan bakarsın” dedi ve beni odasından çıkartmak için elini salladı.

İçime bir şey oturmuştu sanki. Belki de o anki heyecanımı fark etmesini, emek vererek yazdıklarımı göz ucuyla da olsa okumasını beklemiştim. Ama yapmamıştı.

Bu ilgisizlik karşısında boğazım düğümlenmişti ama kimseye bir şey söyleyememiştim.

Aradan geçen bir ay boyunca her gün odasına gittim, başka öğretmenlere sordum yarışmayı. Hiçbiri doğru düzgün bilgi vermediler. Ve sonunda bir gün okul panosuna beklediğim ilan asıldı. Yarışma sonuçlanmıştı.

Yazılı olan isimleri tek tek okudum ama benim adım yoktu. Birinci, ikinci, üçüncü ve mansiyon ödülünü alan öykülerin adı yazıyordu ama Kunuri yoktu.

Hemen müdür yardımcısının odasına gittim. “Listeye baktım ama benim öyküm yok hocam. Bir yanlışlık olmasın?” dedim. Bendeki özgüvene bakar mısınız! Odadaki diğer öğretmenler de duruma şaşırdılar haliyle. “Neydi senin adın, öykünün adı neydi?” dedi müdür yardımcısı. Söyledim.

“Haa o muydu! Sen mi yazdın onu doğruyu söyle bak kızmayacağız? Baban falan mı yazdı yoksa? Biz onu uygun bulmadık ve göndermedik yarışmaya” dedi!

O anda benim için zaman durdu sanki! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Söylenen sözleri kulaklarım duymuyordu, her yer uğulduyordu… Yaşadığım hayal kırıklığının tarifi yoktu.

“Evet gerçekten yemin ederim ben yazdım hatta size nasıl yazdığımı da anlatabilirim, ezbere de okuyabilirim her cümlesini” dedim gözlerimden yaşlar akarak…

Durumu anlayan ve benim çırpınışımı gören diğer öğretmen hemen ayağa kalktı “Tebrik ederiz seni. Gerçekten çok etkileyici bir öykü yazmışsın. Ancak bu yarışma ortaokul düzeyinde olduğu için senin öykün liseler arasında yapılacak yarışmaya daha uygun kategoride. Ama bu senin yazma hevesini kırmasın sakın! Biz düşündük sana okul olarak mansiyon ödülü vermeye karar verdik” dedi bir çırpıda.

Aslında böyle bir karar marar yoktu! O anda o öğretmenin tamamen durumu kurtarmak için uydurduğu bir şeydi bu.

Benim öykümü okumuşlar ve o yaştaki bir çocuğun yazamayacağını düşündükleri için yarışmaya göndermemişler! Ve büyük ihtimalle de başkasına yazdırdığımı sanmışlar.

Ben ağlamaktan ne dediklerini duymadım bile. Masanın çekmecesinden bir dolmakalem çıkarttı öğretmen, bana uzattı, yanaklarımı öptü. Aferinler bravolar gazlamalar…. Muhtemelen kendi kullandığı kalemi bana mansiyon ödülüymüş gibi verdiler…

Hayatımdaki ilk haksızlığa uğrayışım buydu. Günlerce ağladım… Babam gitti öğretmenle konuştu, öyküyü gerçekten benim yazdığımı falan anlattı.

Aradan yıllar geçti, kırklı yaşlarıma geldim, çocuğum oldu ama o gün o odada ağlayan o küçük kızın kalp kırıklığını hatırladıkça hala burnumun direği sızlar…

Yapamaz, beceremez demeyin çocuklara…

İnanın onlara…

Güvenin çocuklara…

İlla kendi doğurdunuz çocuk olmasına gerek yok, her çocuğu takdir edin.

İçlerindeki yeteneği keşfetmesini sağlayın…

Teşvik edin…

 

 

 

 

 

 

Varotik…

Varoti

Yaz gelip güneş tepemize bindiğinde her yanımızı varotikler basar. Akın akın varotik cenneti olur güzelim memleket.

Aslında mütemadiyen yanı başımızda görebileceğimiz, biraz gayret ve çokça sabırla evcilleştirilip, ehlileştirilmeye değebilecek insanoğlunun nadir türlerinden memeli cinsidir bu varotikler!

Varotikler, varoş sosyetiğidir yani!

Üretmeye karşı olup, çokça tüketen cinstendirler.

Memleket için bir katkın olsun, mevcudiyetinin bir anlamı olsun, işgal ettiğin yeryüzü metrekaresine bir faydan olsun, fikren ve ruhen kapasiteni aşmaya çalış, evrene doğaya enerji sağla gibi hümanist yaklaşımlarda bulunmayın bunlara zira ters teper! İki boş lafla seni yerle bir ederler şaşar kalırsın alimallah, demedi deme!

Boşluklarına –ama her anlamda boşluklarına- aklını çıldırırsın yeminle. Şakağından bi tık vursan, içerde çınlama sesi duyacağından eminsindir yani, o derece!

Her bişeyin en iyisini zaten onlar bilmektedirler! Yemeğin en iyisini onlar yaparlar, sanırsın ki Vedat Milor bunun yamağıydı!

Moda ikonudurlar aynı zamanda. Giyinip kuşanıp, takıp takıştırıp her kreasyonuyla şahane pozlar verirler. Bakmalara doyamazsın! O eller, o kollar, o bacaklar, o gözler Allahım sana geliyoruumm…. Mahallenin Desperate Housewives’ı bildiğin Best Model Of Turkey olmuş! Hayır yani bi de marka falan takılsa, gerçekten kaliteyi bilse, celebrity olsa anlarım! Giydikleri bildiğin pazar malı ayol! “Havan kime güzelim” diyesin gelir, kıçınla güler geçersin…

Kendini best model sanan bu varotik canlı atlar arabasına, açar son ses müziğini –tarzını tahmin edin, ben yazmayayım- çeker videosunu! Araba kullanırken elde telefon, şarkıya eşlik eden mimikler…. O ne şuh bakışlar, o ne işve, o ne eda kızzz Allah seni naapmasın emi güldürdün beni! Hasetlenmeyelim lütfen, sanatçı burada keşfedilmeyi umut ediyor!

Kendi çapındaki ekürileriyle buluşup ciks mekana giderler. Ellerinde telefon, bi öyle pozlar bi böyle pozlar… Kahveler gelince selfiler, ağaç altında –habersizmişcesine- mağrur bakışlar… Gidilen mekan mutlaka etiketlenir ama liittfeennn! “Baakk biz burayadız miirabaaa” halleri yani… Vizyonsuzluk gerçekten çok kötü bir şey! Kalite insanın ruhunda, DNA’sında olmayınca köşe başındaki kokoreççiyi de ciks mekan sanırsın!

Rabbim kimsenin başına vermesin diyeceğim ama veriyor işte hikmetinden sual olunmayan yüce Rabbim! Bize de bunların hallerini izleyip gülmek -ve hatta acımak- kalıyor…

Anlayacağız üzre kapitalist sistemin duayeni olurlar kendileri. Yılda on tane kitap okumuşluğu yoktur muhtemelen. Çocuklarının ellerinden tutup belki sinemaya gitmiş olabilir, hakkını yemeyelim ama bir sergiye gitmeyeli yıllar olmuştur muhtemelen. Ve iddiaya girerim ki opera bileti almamıştır hayatında! Müze gezmek afaganlar bastırır zannımca.

Koca parası yiyen kadınlardır bunlar!

Koca parası yemek kötü bir şey mi, tabi ki hayır! Vardır adamın parası, yersin çatır çatır, kime ne! Yersin de, kendine de çocuklarına da çevrene de memlekete de hatta evrene de bir faydan dokunur, işte o zaman anlarım.

Zengindir adam, senin çalışmana da gerek yoktur –ki bu da şahsiyet meselesi o ayrı- senin gezdiğine tozduğuna karışmaz, oh ne ala. Kim istemez böyle kocayı, varsa böylesi hemen gönderin, talibim!

Gezersin dünyayı, başka ülkeler, başka kültürler tanırsın. Ufkun açılır, hayata bakışın değişir.

İçinde saklı olan bir yeteneğin, meziyetin illa ki vardır, Allah bir nebze vermiştir her insana bir ehliyet, onu bulup çıkartırsın içinden.

Boş boş dolaşmazsın kahveci dükkanlarında, işte o zaman anlarım. Ama bunun dışındakiler varotiktir işte!

Gittikleri her yerde cafede, restaurantta, plajda ellerinden telefon düşmez. İlla her anı, her saniyeyi Instagram’da story atacaklar!

İşte bunu benim kafam almıyor arkadaş. Çok kısa bir örnek vereyim, ben arkadaşlarımla plaja gittim diyelim… Oturmuşuz üç beş kişi… Deniz kum güneş miss…. Gırgır şamata o biçim…. Söylemişiz okkalı sade Türk kahvelerimizi, atmışız iki el tavla… Sonra sıcak basmış, atlamışız suya. Yüzmüşüz şöyle serin serin… Çıkmışız kumsala, sarılmışız havlulara… Seyyar midyeciye el atmışız, gelmiş koymuş tepsiyi önümüze… O açıyor midyeleri veriyor bize… Sıkmışız tepesine limonu… Gömmüşüz bi güzel bi tepsi midyeyi oofff… Bana hafif uyku bastırmış, kafamı şemsiyenin gölgesine saklayıp uyumuşum bi güzel…. Ohhh yaaa hayat bu işte….

Peki, işte soru şu; telefonum nerede! Tabi ki çantamda! Aradan geçen iki koca saat boyunca bakmamışım telefona! Çaldı mı, arayan mı oldu, mesaj mı geldi…. Bana ne arkadaş bana nee! Ben eğlenmeye gitmişim ve dibine kadar zevk almışım, eğlenmişim. Bunu yaparken de telefona ihtiyaç duymamışım! Midyeyi gömerken selfie çekmemişim! Suya atlarken story atmamışım!

Yani ben harbiden eğlenmişim ve bunu paylaşmak aklıma bile gelmemiş!

Gerçekten eğlenirken, gerçekten mutlu olurken insanların bunu kanıtlamaya ihtiyacı yoktur!

Her anını gözler önüne seren insanlar, gerçekten mutlu olmayan insanlardır!

Mutluymuş gibi mışmış gibi yapan insanlardır!

Beni güzel görsünler, beni mutlu görsünler diye sıçarken bile yayınlayan insanların acilen psikiyatra gitmelerini şiddetle tavsiye ediyorum!