Evden Kaçtım…

evden-kactim

Hayallerindeki işi yapanları çok takdir ederim. “Gerçekten olmak istedikleri mesleği seçmek” ile “puanının yettiği bölüme girmek” arasında tercih yapılan zamanda ben liseyi bitirdim.

ÖSS ve ÖYS sınavlarının hayatımızı kâbusa çevirdiği günlerde bir de ergenlik buhranlarıyla boğuştuk. İlerideki hayatımızı etkileyen bu sistemsel işkencesinin yanı sıra ailesel baskılar da vardı üniversite tercihlerimizde. “Falancanın kızı bilmem ne üniversitesini kazanmış!”, “Bilmem kim hanımın kızı şu bölümde okuyacakmış!” gibi iğnelemeler eksik olmazdı anne babamızın ağzında. Kendi isteklerinin, ideallerinin, yeteneklerinin arasına ebeveynlerinin hayallerini de eklemek zorunda hissederdin kendini. Anne babanın zamanında olmak isteyip de olamadığı, okumak isteyip de okuyamadığı bölüme mutlaka sen girmeliydin ki göğüsleri kabarsın! Ve tabi bunları yaparken aynı zamanda da seçeceğin mesleğin her daim geçerliliği olmalı, kolunda altın bilezik gibi durmalıydı.

Evdeki söylentilerden, okuldaki arkadaşlardan, öğretmenlerden sıra geldiğinde kendi iç sesinle ne istediğine kadar vermeye çalışırsın. Tercihlerinin ilk sıralarına çok havalı üniversiteleri ve bölümleri yazarsın, ya tutarsa diyerekten. Sonra altlara puanına göre girme ihtimalinin daha yüksek olduğu bölümleri eklersin. En sona da “eh artık buna da kesin girerim” dediğin yerleri koyarsın. Ve genelde de o en sondakiler olur…

 

İçimde uhdedir hala…

Benim üniversite tercihim tam da anlattığım gibi oldu. İlk tercihlerim hukuk, gazetecilik, radyo tv ve sinema bölümleriydi ki bunlardan ailemin haberi yoktu. Çünkü hepsine kendilerince verilecek gayet güzel itiraz cümleleri hazırdı.

“Anne hukuk yazıcam ilk sıraya!”

“Aman sen yapamazsın avukatlık mavukatlık hakimlik makimlik! Önüne gelen dosyaya zıyıl zıyıl ağlarsın sen, çok duygusalsın be kızım olmaz yani!!!”

“Baba gazetecilik yazıcam haberin olsun!”

“Sakın haa olmaz! Dilinin kemiği yok senin, ona buna olur olmaz şeyler yazarsın işten atılırsın, mahkemelerde sürünürsün!”

“Bakın son kararım radyo televizyon ve sinema yazıyorum ona göre!”

“Ne münasebet!!! Bizim sülaleden artist çıkmaz! Olamaz öyle bir şey sakın haa!”

Bütün itirazlara rağmen ben bu bölümleri yazdım tercihlerime. Oldu mu? Elbette ki olmadı çünkü “ya kazanırsam o zaman bizimkiler kesin göndermezler beni” korkusu vardı içimde.

Sonrasında alt sıralardaki tercihlerimden birini kazandım ve gittim üniversiteye. Okul bittikten sonra da asla kendi mesleğimi yapmadım. Eğitimini aldığım alanın dışında hep farklı sektörlerde çalıştım. Aynen üniversite tercihlerimde olduğu gibi çalıştığım işlerde de ailemin müdahalesi bitmedi, hatta artarak devam etti.

Önce şiddetle itiraz ettiler, beni caydırmak için ellerinden geleni yaptılar, sonrasında baktılar ki ben vazgeçmiyorum “aman ne halin varsa gör” dediler. Sonuçta da iyi olduğumu, mutlu olduğumu, başarılı olduğumu görünce de gururlandılar! Ya arkadaş anlamıyorum ki madem gururlanacaktınız ne diye bana o eziyeti çektirdiniz ha?

 

Kurpiyer mi olacakmışım!

Üniversiteden sonra turizmle uğraştım bir süre. Antalya’da çok kaliteli ve bu sektörün okulu sayılabilecek otellerde çalıştım. Ama beğendiremedik! Vay efendim ecnebilerle iş mi yapılırmış, bana gizlice domuz eti falan yedirirlermiş (hayal gücüne bakın rica ederim!), zaten uzaktaymışım falanmış da filanmış…

Kıbrıs’taki çok meşhur bir otelden gelen iş teklifini duyunca annemin tansiyonları fırladı, “kurpiyer yaparlar Allah muhafaza” ile başlayan cümlelerine “evlatlıktan reddederim seni, sütlerimi helal etmem” tehditleri de eklenince tırıs tırıs döndüm memlekete.

Bizimkilerin beğenebileceği işi gazetelerin iş ilanlarından aradım. CV’mi gönderdiğim bir firmadan telgraf geldi. Evet canım telgraf! Eskiden öyle e-posta ya da cep telefonu falan yoktu! Kapı çaldı bir gün, postacı elindeki telgrafı uzattı “şurayı imzalayın” dedi. Annemin tansiyonu yine fırladı “ayy borcumuz mu var Allah muhafaza eve postacı kâğıt getirdi” diye söylendi durdu. “Ay anne saçmalama allasen ne borcu! İş görüşmesine çağırıyorlar” dedim ama bu sefer de “iş görüşmesi” mantığını anlayamayan anneme her şeyi baştan anlatmak zorunda kaldım.

Kadın da haklı bir yerde, okuldan mezun olunca hemen atanmış devlet memuru olarak ve hayatında hiç CV hazırlamamış, iş görüşmesine gitmemiş, 30 sene çalışıp emekli olmuş. Garip geldi tabi bu durum.

Bu sefer de demez mi “sen niye onların ayağına gidiyorsun, seni çok istiyorlarsa eve gelip çayımızı içsinler!” Allahım sen benim aklımı koru emi! “Eh be kadın bana görücü gelmiyor, ben iş arıyorum farkında mısın?” dedim ama dinletemedim.

İlaç sektöründeki bir firmadan tıbbi mümessillik için iş başvuru yaptığımı, işin ne olduğunu, şartlarını falan anlattım. Vay efendim ben reprezant olamaz mışım (çok haklısın anne zaten bana her gün Amerika’dan CEO’luk teklifleri geliyor!), sünnetçi çantası gibi elimde taşıyamaz mışım (ayy kıyamam anacım benim narin ellerimi de düşünürmüş!), doktorların kapısında saatlerce bekletilemez mişim (kesinlikle haklısın valide sultan, zaten bizim sülalemiz de İngiliz kraliyetinden geliyor!), kalem ajanda dağıtmayı iş mi bellemişim ben (ne alaka yaa promosyon onlar bi kere, hem zaten sen de çok beğeniyorsun egzantirik şeyleri hemen çantana atıyorsun)!!!…

Kavga kıyamet beni o görüşmeye göndermemek için ellerinden geleni yaptılar. Görüşmeye gideceğim gün annem kapıyı kilitleyerek çıktı gitti evden! Ev ikinci katta, alttaki dükkânla beraber üçüncü kat oluyor. İş görüşmesi için şehirlerarası otobüse binip gidebilmem için yarım saatlik zamanım var. Ve ben evde kilitliyim!

 

Annem beni eve kilitledi!

Yok ama bir şekilde benim bu evden çıkmam lazım, koydum kafaya gideceğim o görüşmeye. Karşı komşumuz yaşlı karı koca, çok tonton insanlardı. Evlerimizin balkonları da aynı hizada, yan yana. İki balkonda da sürgülü camlar var. Klasik Türk geleneği olarak küçük olan balkonu camla kapatıp mutfağa dâhil etmek modası bizim evde de geçerli yani.

Çıktım balkona, sürgülü camı açtım. Yan balkon da aynı şekilde olduğundan camı elimle ittire ittire sürgüsünü açtım. Bizim balkondan komşunun balkona geçtim. Karşı komşunun evindeyim, tıpkı bir hırsız gibi! Yaşlı komşumuz Mustafa Amca nur içinde yatsın, beni görünce irkildi “annem ben uyurken pazara gitmiş, yanlışlıkla da kapıyı kilitlemiş, benim de acil işim var kusura bakma” dedim. Ne deseydim adama? Anam iş görüşmesine gitmeyeyim diye beni eve kilitledi mi deseydim?

Kan ter içinde koştura koştura otogara gittim ve bindim otobüse. Allahtan tam zamanında yetiştim görüşmeye.

Mülakat sıradan, normal olması gibi geçti. Benimle görüşen müdür bey “çok teşekkür ederiz geldiğiniz için, size sonucu daha sonra arkadaşlarımız bildirir” dedi. O anda benim sinirlerim mi bozuldu yoksa eve döndüğümde yiyeceğim azarın ve dayağın korkusu mu sardı nedir bilemiyorum ama başladım müdürün karşısında ağlamaya!

Ama nasıl ağlıyorum hıçkıra hıçkıra görmeniz lazım. Yazık adamcağız da şaşırdı, endişelendi, beni sakinleştirmeye çalıştı. Yok anam durduramıyorum kendimi, içimi çeke çeke ağlıyorum. Anlattım ben de olanları, o görüşmeye gelebilmek için nasıl mücadele verdiğimi tek tek anlattım. Adam gülmeye başladı, nasıl gülüyor ama… O güldükçe de ben daha çok ağlıyorum. “Siz şimdi beni işe almazsanız eve gidince ne diyeceğim ben? Zaten dayak yiyeceğim bari hiç olmazsa evden kaçtığıma değsin!” dedim kendimi tutamayıp. Adam bir kahkaha daha patlattı “tamam kız, aldım seni işe!” dedi. Ben kulaklarıma inanamayıp, doğru mu duydum diye şişen gözlerimi ovuşturdum. “İstanbul’da eğitim var, şurada olacak, şu kadar sürecek. Şu kadar maaş alacaksın, şu arabayı vereceğiz. Hadi hayırlı olsun” dedi.

Ben şok! İşe alındım ve üstelik de babamdan bile fazla maaş alacaktım, hem de araba! Daha ne isteyeyim! Sevinçten eğilip adamın elini öptüm, ay öpmez olaydım emi! Sümüklerim aktı adamın eline iyi mi! Gömleğimle sildim telaşla, o kadar mahcup olmuştum ki şaşkınlıktan bu sefer de koskoca adama sımsıkı sarılıp öpüverdim!

Kapıdan çıkarken adam hala kahkahalarla gülüyordu. Benim için kesin “çatlak bu kız” demiştir eminim.

Eve gittiğimde ne mi oldu? Annem balkonda beni bekliyordu!!! Sokağa girer girmez balkondan bağırdı “nasıl çıktın sen?” diye! Ama ben hiiçç oralı olmadım, duymadım bile. Ağzım kulaklarımda eve girdim, anneme sarıldım “senin sayende bugün işe alındım, şu kadar da maaş alıcam naaberr!” dedim.

Sonrası mı?…. Elbette ki burada bitmedi, neler oldu neler… Devamını da sonra yazayım…

 

 

Ailenizin radyocusu…

ailenizin-radyocusu

 

Çocukken en büyük hayalim dedektif olmaktı. Gizli kapaklı işlerin peşinden koşan, suçluları yakalayan, ayakkabının altındaki çamurdan ve bardaktaki dudak izinden “katil uşak!” diye şıp diye sonuç bildiren cinsten bir dedektif olmak istiyordum. Nohut rengi uzun pardösünün içinde yürüyen yer mantarı olacağımı anladığımda bu hayalden vazgeçtim.

Ancak suçlu kovalamak ve hak peşinde koşmak için yanıp tutuşuyordum nedense. Pardösü hayallerimi yıkınca ben de polis olmaya karar verdim. 80’li yılların favori dizisi Dempsey and Makepeace’in sarışın afeti Glynis Barber gibi olmak için can atıyordum. Solaryuma girmiş gibi görünen yanık teni, altın sarısı küt saçları ve renkli gözleriyle çocukluğumun ilham kaynağıdır o kadın. TRT’de dizinin yayınlandığı yıllarda gazeteden veya haftalık TV dergisinden çıkan posterini odama asmışlığım da vardır ayrıca.  Tayyör ve seksi kelimelerini yan yana getirebilmiş nadir hatunlardandır. Hele jartiyerine tabanca gizlemez miydi, içimiz giderdi…

Ben Dempsey tutkusuyla polis olma işini iyice kafaya koydum, bizimkilere de söyledim “polislik sınavına gireceğim” diye. Evde kızılca kıyamet koptu tabi! Hırlısıyla hırsızıyla mı uğraşacak mışım, gecem gündüzüm mü olmayacakmış, kelle koltukta mı dolaşacak mışım, kıza tabanca mı yakışırmış… Saydıkları bahaneler bitmedi gitti. Nereden duyduysam “bari masa başı polisi olayım anne!” dedim, belki ikna olurlar diye, onu da yemediler!

 

Patlıcan neden oturtulmuş?

Sonrasında gazeteci olmaya karar verdim. Elime aldığım tarakla ev halkıyla röportajlar yapmaya başladım. “Evet sayın seyirciler bu akşamki mönümüz patlıcan oturtma! Sayın babacım siz bu konuda ne düşünüyorsunuz acaba? Patlıcan ayakta mı duruyor da neden oturtulmuş, fikriniz nedir?” gibisinden kafa açıcı sorularımla beyinlerini pişirdim bizimkilerin. Satın almaya param yetmeyince okul harçlıklarımı biriktirip çarşıdaki sahaftan eski bir daktilo kiraladım. Yaptığım şahane(!) röportajları, sert tuşlarına basmaya gücümün zor yettiği parmaklarımla temize çekip haberler yaptım. Ailecek çok sevdiğimiz, beğenip takdir ettiğimiz ünlü bir gazetecinin evinin önünde bombalı suikastla öldürülmesiyle, hayalini kurduğum gazetecilik mesleği orada bitti benim için. Çünkü hayatımda ilk defa babamı hüngür hüngür ağlarken o zaman gördüm…

İlerideki meslek arayışımda kıvrak bir sapma ile bir anda Mezdeke olmaya karar verdim! Elime geçirdiğim tülbendi yüzüme peçe yapıp “Led bir vele diştiri.. ya el yelil lili lili” diye ortalarda dolaşmaya, itinayla gerdan kırmaya ve kıç sallamaya başladım. Annemden temiz bir sopa yiyince tabi bu hayalim de çok uzun sürmedi!

Bizimkilere göre kadın için en ideal meslek öğretmenlik ve hemşirelikmiş! Çocuk cıyıltısını daha o yaşlarda bile kafam götürmediğinden öğretmenlikten anında vazgeçtim. İğne yapabilme cesaretim de olmadığından hemşirelik yalan oldu böylelikle. Ha tabii bu arada benden habersiz o dönemin en meşhur hemşirelik okulu sınavına beni zorla soktuklarını, kul hakkından ödü kopan annemin sırf bu sınav için araya adam bile koyduğunu ve benim inat edip o sınavda boş kâğıt verdiğimi de atlamayalım lütfen! Sonuç elbette ki değişmedi, anamdan yine temiz sopa yedim!

Okulun veli toplantısında öğretmenimiz “çocuklarınıza seçecekleri meslekle ilgili baskı yapmayın, kendi yeteneklerini ve isteklerini ortaya çıkarın” demiş. Sanki atomu bulmuşlar gibi bizimkiler değişik davranmaya başlamışlardı bana. İlk defa “ne istiyorsun?” diye sormaya başladılar. “Yazmak ve konuşmak” dedim kendimden son derece emin olarak, tabii bizimkiler pek anlam veremediler ve kendi halime bıraktılar beni. Daha doğrusu annem “sanki ağzını bantladık, dil zaten pabuç gibi!” diye çemkirdi elbette.

 

Ailenizin radyocusu geldi…

Öğretmenimden aldığım gazla o dönem yeni kurulmaya başlayan bir yerel özel radyoya başladım. Başıma gelecekleri bildiğimden, öncesinde öğretmene gidip durumu anlattım, bu işi nasıl sevdiğimi ve asla derslerime engel olmayacağını anlattım. Olur ya bizimkiler gider hocaya konuşur, beni vazgeçirmeye çalışırsa diye önlem aldım kendimce. Tam da tahmin ettiğim gibi, annem gidip konuşmuş öğretmenle. Sağ olsun kadıncağız da ikna etmiş annemi.

Hafta sonları iki saat radyoda program yapmaya başladım böylelikle. Küçücük karanlık bir oda ve önümde duran mikrofon! Giriş müziği Balıkesir Çiftetellisi! “İtinayla oynatırız” da sloganım! Nasıl ama? Evde zaten yalnızken, kendi kendime konuşuyordum o yüzden zorlanmadım. Antrenmanlıydım yani! Kendimi ve annemi anlatıyordum genellikle. Çünkü annem nev’i şahsına münhasır nüktedan kadındır, dolayısıyla eldeki malzemeyi kullanıyordum.

Kendi saflıklarımı da söylüyordum elbette. O döneme ait anlattıklarımdan tek hatırladığım şey, “Zeki Müren’e çok acıyorum. O kadar zengin ve şöhretli birisi nasıl olur da bodrum katında yaşar ya?” diye hayıflanıp bunu programda söyleyince, radyonun canlı yayın telefonları kilitlenmişti. Meğerse rahmetli Zeki Müren bildiğimiz Bodrum’da yaşıyormuş! Ah benim saf kafam ya…

Komik olsun diye değil, o an içimden öyle geldiği için konuşuyordum ama millet acayip eğleniyormuş benim programı dinlerken. Bir de yine canlı yayında Madonna ile Maradona’yı kardeş sanıp, “bunların babaları çok şanslı adam ya! Parayı götürüyordur valla!” diyince ben, radyonun patronu kahkahalar atarak stüdyoya girdi ve “kızım sen nasıl bir şeysin? Millet altına işedi gülerken! Böyle devam edersen önümüzdeki ay sana maaş vereceğim!” dedi. Ben de arkasından “hahahaa çok komik sanki! Maaş verecekmiş! Sen önce helâ taşına dönmüş dişlerini temizlettir o parayla!” dedim ve üç saniye sonra stüdyonun kapısı güm diye açılıp, patron girdi. “Çık dışarı, kovuldun!” diye tükürük saçarak bağırdı bana. Ne olduğunu anlamadım o an.

Meğerse mikrofonu kapatmayı unutmuşum ben! Allahım ben öleyim ya gömün beni bu stüdyoya emi!

 

 

Folik asit bebeleri…

apple-ipad-551502__180

 

Çocuklarla aram hiç iyi olmamıştır nedense. Daha doğrusu çocuk konusunda çok seçiciyim. Çocuk seçerim yani! Zıyıl zıyıl ağlayan, şımarık, istediğini yaptırmak için yerlerde tepinen çocuklara hiç tahammülüm yoktur (burada kulağımı çekip tahtaya vuruyorum, Allah muhafaza gibilerinden). Bu tarz çocuklar da zaten beni sevmezler. Çocuğa çocuk gibi değil de yetişkin gibi yaklaşır, konuşurum ben. Öyle agucuk gugucuktan falan anlamam, direkt normal sohbet ederim yani.

Arkadaşımın okula başlamak üzere olan dünya tatlısı bir kızı var. Önlükler, defterler, renkli kalemler gibi tatlı okul heyecanını bir türlü yaşayamadı maalesef arkadaşım. Çünkü onun derdi daha başka! Kızının üstün zekâlı olduğunu düşünüyor nedense. Bacak kadar çocuğa Einstein muamelesi yapıyorlar ailecek. Bu yüzden de kızlarını gönderecekleri okulu seçemiyorlar, öğretmen beğenmiyorlar.

 

Çocuğum üstün zekalı…

“Çocuğun üstün zekâlı olduğunu nasıl anladınız? Testi nerede yaptırdınız?” dedim arkadaşıma. Cevap gerçekten çok tatmin ediciydi! “Ay teste ne gerek var ayol! Çocuk kendini belli ediyor zaten, görmüyor musun?” dedi. “Nasıl yani?” dedim safça, “nasıl anladınız peki çocuğun zekâ seviyesini?” diye sordum. Kendimden de şüphe ettim bu arada, çocuk sahibi olmadığımdan belki de bilmediğim şeyler vardır diye düşündüm.

Minik kız evet çok tatlı, akıllı ama ben daha önce hiç üstün zekâlı bir çocuk görmediğimden aradaki farkı bilemiyorum doğal olarak. “Yaşıtlarından erken mi konuşmaya, yürümeye başladı?” dedim, “yok canım geç yürüdü bizimki” dedi arkadaşım.

Kızla sohbet ettim birazcık, normal yaşıtları gibi çocukça konuşuyor. Kelimeleri düzgün kullanarak akıcı halde cümle kurması da yok çocuğun. Öyle bilimle sanatla müzikle de ilgilendiği yok. Odasında bebekleriyle evcilik oynuyor, bebeklerini birbirleriyle dövüştürüyor. Arada canı sıkıldığında koltuk tepelerinde zıplıyor falan. Tamam, ben de bu konularda uzman değilim neticede ama bu kız bildiğin normal çocuk yani! Öyle üstünlük bir durumu yok.

“Ay arkadaşım sakın yanlış anlama ama senin kız pek normal görünüyor. Yani yaşıtları gibi bir kız çocuğu işte. Siz nasıl kanaat getirdiniz üstün zekâlı olduğuna?” dedim tekrar, merakıma yenilerek. “Aa üstüme iyilik sağlık! Olur mu hiç öyle şey ayol! Bizim kız acayip meraklı ve yetenekli. Telefonu tableti ver eline, şıp diye şifresini falan çözer oynamaya başlar. İnterneti senden benden iyi kullanıyor. Hoşuna giden müzikleri, oyunları, çizgi film videolarını Youtube’dan şakk diye indiriyor. Ben bu yaşımda bilemiyorum, beceremiyorum ayol akıllı telefonu kullanmayı ama o yapıyor. Kesin üstün zekâlı benim kızım!” dedi. “Nasıl yani? Çocuğun üstün zekâlı olduğuna, cep telefonu kullanmasından mı anladınız?” dedim duyduklarıma emin olmak için! “Herhalde yani!” dedi, son derece kendinden emin halde!

 

Bunun kıçında kurt var!

Konuyu hiç uzatmadan kestirmeden kapattım. Çünkü zamane anneleriyle bu konularda tartışmaya gerek yok çünkü ikna edemezsin! Anında 5 panter gücüne bürünüverirler. Eskiden duvara tırmanan, koltuk tepelerinde karate yapan, yerinde durmayan çocuğa “bunun kıçında kurt var” denilirdi, şimdi bu yaramazlığın adı hiperaktivite oldu! Telefon, tablet, bilgisayar, internet kullanmakla üstün zekalı olmuyor çocuklar bunu iyice öğrenin artık. Siz kendi çocukluğunuzla kıyaslamayın zamane çocuklarını. Şimdikiler folik asit bebesi ayol! Analarımızın zamanında folik asit mi vardı sanki? Ayrıca teknolojiyi iyi kullanıyor diye aferin manyağı yapıp şımartmayın çocuklarınızı. Tam aksine, kafasını tabletten kaldırmayan, bilgisayar oyunlarının müptelası olan çocukların sosyal becerileri çok zayıf oluyor. Şakır şakır oyun indiren, oynayan çocuk arkadaşlarıyla oynamayı, paylaşmayı beceremiyor nedense! İki kelimeyi bir araya getirip doğru düzgün cümle kuramıyor ayol bu çocuklar, siz hangi üstün zekadan bahsediyorsunuz acaba?

Bilgi çağındayız, elbette ki teknolojiden uzak kalmak mümkün değil. Çocuğu ne kadar uzak tutmaya çalışsan da okulda arkadaşlarında görüyor ve istiyor. Engel olamıyorsun bir bakıma. İyi güzel ama çocuğu sadece teknolojiyle oyalamak ne derece doğru? Kitap okuma alışkanlığını edindirmek anne babalara düşmüyor mu? Çocuğun en büyük serveti hayal kurmak değil midir? Hayal dünyasını geliştirecek kitaplar, hikâyeler, masallar tedavülden mi kalktı? Şimdikilerde maalesef varsa yoksa savaş silah vurdulu kırdılı temalı oyunlar! Hayır anacım oyunlar da bir şeye benzese bari, militan klanları yetiştirme kursları sanki!

 

Heyy yavrum heyy…

Bizim zamanımızda yoktu böyle teknoloji, belki de o yüzden garipsiyoruz. Bizim bildiğimiz tek teknolojik alet Commodore 64. Du yuu nov comodore?? İnternetsiz çocukluk yaşayanların şahı da MIRC. Connected bağlanma sesini ve kalpteki ritim hızlanmasını kaçınız hatırlıyor acaba? ASL ( age-sex-location/ yaş-cinsiyet-şehir) sorusuna kaçınız doğruyu yazdı hımm söyleyin bakalım? Yakışıklı76, Karizma, BabyFace, SertAdam, Koba69 gibi akılara ziyan “nick name”ler ve muhabbettin koyuluğuna göre buluşma randevuları! Heyy yavrum heyy… Zamana bak ya…

Bizim çocukluğumuzda ana babamız okulda öğretmene teslim ederken bizleri “eti senin kemiği benim hocam” derlerdi. Dersi dinlemeyip sıra arkadaşımızla kikirdedik diye cetvel mi yemedik ellerimize, kulak memelerimizden mi çekilmedi! Evdekilere söylediğimizde de “oh olsun ellerine sağlık hocanın az bile yapmış, dinleseydin dersini!” diye bir de evdekilerden dayak yerdik.

Şiddete karşıyız elbette ama bizim nesil çekinirdi öğretmenlerinden, saygı duyardı büyüklere. Okul haricindeki zamanda bile bir öğretmenimizi yolda görsek ceketimizi ilikleyip selam verirdik. Şimdikiler gibi hocaya diklenmek falan namümkün! Şimdi bir öğretmen olarak sıkıyorsa çek bakalım öğrencinin kulağını! Velisi seni rezil eder, okuldan attırır valla seni.

Şimdikiler çocuksa biz neydik acaba? Napalım yani, bizim zamanımızda Pokemon Go vardı da biz mi oynamadık?

 

 

 

Çikolata…

kalem

 

İlkokul zamanlarında bizimkilerin ilk öğüdü “Arkadaşlarınla paylaşımcı ol.” lafıydı ve sanırım ben bunu biraz abarttım. Sonraları annem “Donun düşse donunu vereceksin!” demeye başladı.

Ee ne yapayım, siz böyle yetiştirdiniz beni!

Daha ilkokul birinci sınıftaydım. Okuma yazmayı yeni yeni sökmeye başlamış, ilk ödülüm olan kırmızı kurdeleyi önlüğümde gururla taşıyan minnak bir şeydim.

Rahmetli Nuran hocanın her sorusuna “Ööörrtmeenimm!” diye parmakla atlayan, yanımdaki arkadaşım soruyu bilemediğinde kulağına fısıldayan, cevap vermeye çekindiğinde çikolata karası çocuğun böğrüne dirsek atıp “hadi kalk” diye teşvik eden bilmiş cimcimenin tekiydim.

Sıra arkadaşım dünya tatlısı şeker bir çocuktu. Yüzünde daimi bir mahcubiyet, tavırlarında çekingenlik, bakışlarında ürkeklik vardı hep.

 

Zeytin gözlü oğlancık…

Ders yılı başladıktan çok sonra gelmişti okula.

Sınıfa ilk geldiğinde başı önünde eğik, kimsenin yüzüne bakmayan, konuşurken sesi titreyen, cevap vermeye çekinen, kara kuru ama temiz yüzlü oğlancıktı Çikolata.

Onun ürkek halinin altındaki masumiyet dikkatimi çekmişti.

Boş sıra olmadığı için ya da bu yabancı çocuğu yanına oturtmak istemeyen sosyetik aile veletleri, kafalarını çevirmişlerdi.

Ben atlamıştım hemen, sıramın üstündeki defterlerimi kenara çekip “Gel buraya otur” demiştim.

Geldi, oturdu Çikolata. Gözlerinde teşekkür eden sevimli bir bakış vardı.

Sessizce dersi dinleyen, fazla konuşmayan biriydi.

Teneffüslerde hiç dışarı çıkmıyor, diğer çocuklarla bahçede oynamıyordu.

Az da olsa tek konuştuğu kişi bendim.

İlerleyen günlerde öğrendim ki Çikolata, okulumuzun yanındaki Çocuk Esirgeme Yurdunda kalan, kimsesiz bir çocuktu.

O’na karşı daha bir korumacılık geldi bana. Derslerine yardım ediyor, anlamadığı konuyu tekrar tekrar anlatıyor, sınavlarda göz ucuyla onun kağıdını kontrol edip, yapamadığı soruyu sıranın altından ayağını dürterek gösteriyordum.

Günlük okul harçlığım bir simit ve bir ayran parasını bazen komple O’na veriyor, bazen simidimi ve ayranımı paylaşıyordum.

Annemin altın gününden kalan kek, börek, poğaçaları çantamın içine saklayıp O’na götürüyordum.

Çikolata, akşam yurda dönünce, oradaki çocuklar kalemini-silgisini-parasını alıp, bizimkini dımdızlak bırakıyordu.

 

Ortadan dişlenen silgi…

Her gün bir silgi alıyordum bakkaldan, yarısını dişimle kopartıp O’na veriyordum. Annem fark etti durumu, koca silginin nasıl bittiğini anlamaya çalıştı.

Beni sıkıştırdı sordu ama ben asla söylemedim silgimi dişleyip yarısını, kalemimi ortadan kırıp Çikolata’ya verdiğimi.

“Öğretmen çok ödev verdi, ben de çok yanlış yaptım, sildim ondan bitti!” dedim anneme.

Kadın yemedi tabi!

Sınıf öğretmenimizle konuşup, Çikolata için okulda yardım kampanyası düzenledim. Toplanan parayla kazak, mont, tabanı delinmiş botlarının yerine yenisini aldım.

Tek tek bütün alışveriş fişlerini öğretmene teslim ettim. Rahmetli öğretmenim çok duygulanıp ağlamıştı, canım yaa nur içinde yatsın…

 

Başka çorap giydirmedin kiii!…

Bir gün bizim Çikolata, yurtta çoraplarını çaldırmış.

Kış günü annem bana, kırmızı külotlu çorap üzerine siyah kısa çorap giydirip okula göndermişti.

Çikolata’nın ayakkabı içinde çıplak ayaklarını görünce dayanamadım, çıkarttım ayağımdan kısa çorabı O’na giydirdim.

Akşam eve gidince annem hemen fark etti bendeki değişikliği.

-“Kızım nerde çorabın?”

-“Nee çorabı anne yaaee!”

-“Evladım delirtmesene beni! Kırmızı külotlu çorabın üstünde ama ayağına giydirdiğim diğer çorabın nerde?”

-“Başka çorap giydirmedin kiii!!” dedim ve bir güzel yedim dayağı!

Terliğin izi çıktı kaşık kadar suratımda…

“Biri bişey mi yaptı? Kim soydu seni?” diye psikopata bağlayıp, vurdukça vurdu!

Geri zekâlı kafam, söylesene işte Çikolata’ya verdim diye! Yedim bi’ton sopayı oturdum aşağı!

Annem ertesi sabah beni tuttuğu gibi kolumdan, soluğu öğretmenimin yanında aldı. “Bu kıza biri bişey mi yapıyo nedir anlamadım hoca’anım? Sabah giydirdiğim çorap akşam geldiğinde üstünde yok, delircem ama! Dövdüm, etlerini çimdirdim yine de söylemedi!” deyip ağladı.

Ben de tahtanın önünde kuyruğumu sıkıştırmış bekliyorum…

Rahmetlik hocam “Ayy na’pıyorsunuz canım niye dövüyorsunuz! Zoi çoraplarını Çikolata ‘ya verdi. Okulda para topladı, ona yardım etti” dedi ve anlattı tüm olayları…

Annem durdu, gözlerini sildi. Bir bana baktı, bir öğretmene baktı… Yüzü allak bullak halde çıktı gitti…

Akşam eve gittiğimde, oturtturdu beni karşısına anlattırdı olanları.

Sonra tekrar daha dövdü! Niye ondan bir şey saklıyor muşum, boyumdan büyük işlere niye kalkışıyor muşum diye verdi de verdi terliği…

Donun düşse donunu verirsin lafı da o zamandan kalmadır işte…

Ben ne yediğim o dayağın acısını unuttum ne de birilerine yardım etmekten vazgeçtim!

Pişman da değilim valla. Yine olsa yine aynısını yapardım…

 

Çikolata’yı hiç görmedim bir daha, umarım hayattadır ve umarım ki iyi durumdadır…

Aradan yıllar geçti ama benim içimdeki o bilmiş bıdık hiç büyümedi…

İçimdeki o masum küçük kız hala inanmaya devam ediyor insanlara…