Daktilo…

daktilo

Yazmak, kendi kendine konuşmaktır.

Sesli olarak yapamadığın eylemi, parmaklarınla fiiliyata dökmek aslında. Söylemek isteyip de söyleyemediğin, boğazında düğümlenenleri, kalbini sıkıştıranları, sinirden beyin hücrelerine harikiri yaptıranları, çokça da hayalindekileri ifade etmektir bir bakıma…

Doğuştan gelen bir yetenektir aslında yazmak. Çok iyi konuşan, iyi hatip olanlar bazen iyi yazamazlar. Söylemek istediklerini kâğıda dökenler, gerçek meramını kaliteli biçimde yazıp, ne demek istediğini okuyanlara geçiren usta kalemlere her zaman saygım sonsuz olmuştur.

Arkadaş muhabbetinde şahane fıkra anlatırsın, herkes yerlere yatar, “bi tane daha patlat” der millet ama bunu yaz deseler kupkuru kalır, o duyguyu geçiremezsin, okuyan gülmez o fıkraya. İşte böyle bir şeydir yazma kabiliyeti.

Bir yudum suyu öyle bir yazarsın ki, okuyan kişinin dudakları kurur, yutkunur, canı su çeker. Budur işte yazmak! Susayan birinin karşısına geçip bir bardak suyu lıkır lıkır içsen canını çektiremezsin belki ama yazdıklarınla deli gibi susatırsın.

Gregor Samsa’nın bir sabah, huzursuz edici rüyalarından uyandığında, devasa bir böceğe dönüşmüş olarak kendini yatağında bulduğu, Kafka’nın o muhteşem eseri Dönüşüm’ün bendeki yeri ayrıdır. İlkokul çağlarında okuduğum bu şahane eser ile tasvirin gücüyle tanışmış oldum. Belki de bendeki ilk yazma hevesi bu kitapla başladı.

 

Düşlerinde herkes özgürdür…

Düşlediklerimi tasvir gücüyle beslediğim yazılar yazmak en çok istediğim şey olmuştur. Düşlerinde herkes özgürdür çünkü…

Bu konudaki ilk deneyimim ortaokul yıllarında oldu. Yaşadığım şehirde öykü yarışması düzenlenmişti. Yarışma ve ödül hiçbir önem arz etmezken benim için, içimdeki yazma istediğini perçinleyecek bir faaliyetin olması çok heyecan vericiydi.

Sıra dışı bir şey yazmalıydım!

Ortaokul ikiye giden bir çocuk için “sıra dışı” şey ne olabilirdi ki!

Okuyanların merak edeceği ve hatta “helal olsun” diyeceği türden bir şey olmalıydı konu. Ama ne?

Günlerce bunun üzerinde düşündüm… Evdekilere sordum “öykü yarışması var, ne yazayım?” dedim. Şahane cevaplar geldi!

Annem “beni yaz beni! Bak nasıl saçımı süpürge ediyorum” dedi! Babam “iyi bir evlat, hayırlı bir vatandaş nasıl olur onu yaz” dedi! Kardeşime sordum, garibim daha bıdıcık, dünyadan haberi yok, elindeki bez bebeği Aliş’i salladı!

Anladım ki bizimkilerden fayda yok bu konuda bana! Düşünmeye devam ettim, ne bulabilirim konu olarak diye…

Okul çıkışında sokak lahmacunu satan bir amca vardı (ay canım çekti şimdi bak, olsa da yesek), adını bile hatırlamıyorum şimdi o amcanın. Annem çok kızardı “sokakta satılan bişey yeme” diye tembihlerdi. Ama illa alırdım o lahmacundan. Ortasına koyduğu domatesin tadı hala damağımda valla!

Bir gün, okul çıkışında yine o amcanın tezgâhında toplandık, arkadaşlarla lahmacunları gömüyoruz… Sıranın benim lahmacuna gelmesini beklerken sohbet ediyoruz amcayla. Adamcağız yaşadıklarından, tecrübelerinden bahsedip bize öğütler veriyor…

Nasıl olduysa konu birden savaşa geldi. Kore gazisi olduğunu söyledi. Kore’de yaşadıklarını anlattı.

Bende ampul yandı birden!

 

Kore neresi ki?

Kendi sıramı arkada bekleyenlere verdim ve adama yaklaştım iyice. Daha çok anlatsın diye ağzının içine gireceğim meraktan. Bu ilgim adamcağızın da hoşuna gitmiş olacak ki detaylandırarak anlatmaya devam etti…

Elime tutuşturduğu lahmacunla ben hülyalara dalmıştım bile!

Ertesi gün yine lahmacuncu amcanın yanında bittim tabi ben. Ve bunu takip eden birkaç gün yine o amcadan Kore hikâyelerini dinledim büyük heyecanla. Ben sordukça o anlattı, o anlattı ben kafama kazıdım söyledikleri…

Öykü yarışması için yazacağım konuyu bulmuştum!

Her gün lahmacuncu amcadan dinlediklerimi kafamda canlandırıp, eve koşarak gidip anlatılanları unutmamak için defterime yazıyordum.

Bu böyle bir hafta kadar devam etti.

Ve sonra….

Oturdum defterimin başına, yazdığım notları tek tek binlerce kez okudum, ezberledim. Geceler boyu o yazılanları kafamda canlandırdım. Öykünün temasını hayallerimde oluşturmuştum bile!

Babam o lahmacuncu amcaydı. Anadolu’da bir köyde yaşıyorduk. Ben sekiz yaşında bir erkek çocuğuydum. Annem kardeşime hamileydi. Babamla birlikte tarlada saman balyalarken köye jandarma gelmişti ve babamı Kore’ye götüreceklerini öğrenmiştim.

Annemin gözyaşlarını silerken babamın arkasından bir tas su dökmüştüm onu uğurlarken. Zaman kavramını unutup günler geceleri, geceler haftaları, haftalar ayları kovalamıştı babamın yokluğunda. Kardeşimin doğduğunu da görememişti babam. Gitmişti ve gelmemişti… Her gün dua ediyordum babama dönsün diye ama dönmüyordu. Tarlalarda, bağlarda, bahçelerde bulduğum her işe gidip bazen çapa yapıyordum, bazen çift sürüyordum. Evin erkeği bendim artık. Bir gün köyün muhtarı geldi kapıya. Ne söylediyse anneme kadıncağız orada düşüp bayıldı. Babam ölmüşmüş! Başımız sağolsunmuş! Şehit olmuşmuş babam! Ben inanmadım buna. Çünkü benim babam ölmezdi ki! Ölemezdi! O giderken su dökmüştüm arkasından çabuk gelsin diye. Ben inanıyordum bir gün babam gelecekti….

Evet yazdığım öykü buydu. Sadece bu kadarını hatırlıyorum maalesef….

Kafamdaki kurguyu günlerce defterime yazdım. Şimdi sıra temize çekmeye gelmişti.

El yazımla yazmak istemedim nedense, belki de daha profesyonel olsun istemiştim kim bilir…

O zamanlar bilgisayar falan yok maalesef. Tek çare daktilo ama o da bizde yok. Sınıf arkadaşlarımdan birinin babası, yerel bir gazetede çalışıyordu. Arkadaşımı binbir zorlukla ikna edip, beni babasının iş yerine götürmesini sağladım.

Hulusi Amca kulakları çınlasın, beni dinledi. İlgilendi benimle. Amacım yazdıklarımı temize çekmek için ödünç bir daktilo almaktı. Heyecanım hoşuna gitmiş olacak ki kabul etti. Koca bir valize özenle yerleştirdik daktiloyu. O ağır alet zarar görmesin diye yavaş yavaş, milim milim yürüyerek eve getirdim.

Ve başladım yazmaya!

İlk defa daktilo görüyorum ve çok heyecanlıyım. Hulusi Amca öğretmişti gerçi bana satır başı nasıl yapılacak, büyük harfe nasıl geçilecek, kelime arasındaki boşluk nasıl yapılacak göstermişti ama iş başa düşünce biraz zorlandım tabi.

Defterdekileri tek tek, her kelimeyi ezberleyerek yazdım.

İlk sayfalarda harf hatası yüzünden kaç tane kağıt attım kim bilir…

Tam üç gün boyunca durmadan yazdım…

Taktiki takk takk taakk tak tak seslerinden evdekilere sinir bastı haliyle. En son annem carladı “yeter be kafam şişti” dedi ve kaldırıverdi önümdeki daktiloyu. Salya sümük ağlayarak aldım elinden ve tamamladım öykümü.

İlk olarak babama okuttum yazdığımı. Okudu, okudu, bir daha okudu ve döndü bana “bunu gerçekten sen mi yazdın?” dedi. Nedense inanamadı adam! Ben de onun neye inanamadığı anlayamadım!

Sonra oturdum anlattım bütün olanları… Lahmacuncu amcayı, onun hikayesini, gazetede çalışan Hulusi amcayı ve daktiloyu…

Gözleri parladı babamın ve “aferin güzel olmuş” dedi.

Çok gururlanmıştım gerçekten. Babam beğendiyse tamamdı bu iş. Gönül rahatlığıyla yazdığım öykümü yarışmaya gönderebilirdim.

Ertesi gün okula koşarak gittim ve hemen müdür yardımcısının odasına çıktım.

Ceketimi iliklerken ve odanın kapısını tıklatırken ölüyordum heyecandan. Yazdığım öyküyü özenle şeffaf dosyanın içine koyup, mavi telli başka bir dosyanın içine yerleştirmiştim. Dosyanın üzerine adımı, sınıfımı ve büyük harflerle öykümün adını yazmıştım.

 

Kunuri…

Öykümün adı Kunuri idi. Kore Savaşında Türk askerlerinin en büyük kayıplar verdiği, çok yoğun çatışmanın yaşandığı bölgenin adıydı Kunuri. Bizim lahmacuncu amcanın gerçekten savaştığı ve bir kolunu bırakıp geldiği yerdi.

Müdür yardımcısı aldı elimden dosyayı masasının üzerine bırakıverdi. Bakmadı bile içindekine. “Yarışmayla ilgili havadisleri okulun panosuna asarız ordan bakarsın” dedi ve beni odasından çıkartmak için elini salladı.

İçime bir şey oturmuştu sanki. Belki de o anki heyecanımı fark etmesini, emek vererek yazdıklarımı göz ucuyla da olsa okumasını beklemiştim. Ama yapmamıştı.

Bu ilgisizlik karşısında boğazım düğümlenmişti ama kimseye bir şey söyleyememiştim.

Aradan geçen bir ay boyunca her gün odasına gittim, başka öğretmenlere sordum yarışmayı. Hiçbiri doğru düzgün bilgi vermediler. Ve sonunda bir gün okul panosuna beklediğim ilan asıldı. Yarışma sonuçlanmıştı.

Yazılı olan isimleri tek tek okudum ama benim adım yoktu. Birinci, ikinci, üçüncü ve mansiyon ödülünü alan öykülerin adı yazıyordu ama Kunuri yoktu.

Hemen müdür yardımcısının odasına gittim. “Listeye baktım ama benim öyküm yok hocam. Bir yanlışlık olmasın?” dedim. Bendeki özgüvene bakar mısınız! Odadaki diğer öğretmenler de duruma şaşırdılar haliyle. “Neydi senin adın, öykünün adı neydi?” dedi müdür yardımcısı. Söyledim.

“Haa o muydu! Sen mi yazdın onu doğruyu söyle bak kızmayacağız? Baban falan mı yazdı yoksa? Biz onu uygun bulmadık ve göndermedik yarışmaya” dedi!

O anda benim için zaman durdu sanki! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Söylenen sözleri kulaklarım duymuyordu, her yer uğulduyordu… Yaşadığım hayal kırıklığının tarifi yoktu.

“Evet gerçekten yemin ederim ben yazdım hatta size nasıl yazdığımı da anlatabilirim, ezbere de okuyabilirim her cümlesini” dedim gözlerimden yaşlar akarak…

Durumu anlayan ve benim çırpınışımı gören diğer öğretmen hemen ayağa kalktı “Tebrik ederiz seni. Gerçekten çok etkileyici bir öykü yazmışsın. Ancak bu yarışma ortaokul düzeyinde olduğu için senin öykün liseler arasında yapılacak yarışmaya daha uygun kategoride. Ama bu senin yazma hevesini kırmasın sakın! Biz düşündük sana okul olarak mansiyon ödülü vermeye karar verdik” dedi bir çırpıda.

Aslında böyle bir karar marar yoktu! O anda o öğretmenin tamamen durumu kurtarmak için uydurduğu bir şeydi bu.

Benim öykümü okumuşlar ve o yaştaki bir çocuğun yazamayacağını düşündükleri için yarışmaya göndermemişler! Ve büyük ihtimalle de başkasına yazdırdığımı sanmışlar.

Ben ağlamaktan ne dediklerini duymadım bile. Masanın çekmecesinden bir dolmakalem çıkarttı öğretmen, bana uzattı, yanaklarımı öptü. Aferinler bravolar gazlamalar…. Muhtemelen kendi kullandığı kalemi bana mansiyon ödülüymüş gibi verdiler…

Hayatımdaki ilk haksızlığa uğrayışım buydu. Günlerce ağladım… Babam gitti öğretmenle konuştu, öyküyü gerçekten benim yazdığımı falan anlattı.

Aradan yıllar geçti, kırklı yaşlarıma geldim, çocuğum oldu ama o gün o odada ağlayan o küçük kızın kalp kırıklığını hatırladıkça hala burnumun direği sızlar…

Yapamaz, beceremez demeyin çocuklara…

İnanın onlara…

Güvenin çocuklara…

İlla kendi doğurdunuz çocuk olmasına gerek yok, her çocuğu takdir edin.

İçlerindeki yeteneği keşfetmesini sağlayın…

Teşvik edin…

 

 

 

 

 

 

Varotik…

Varoti

Yaz gelip güneş tepemize bindiğinde her yanımızı varotikler basar. Akın akın varotik cenneti olur güzelim memleket.

Aslında mütemadiyen yanı başımızda görebileceğimiz, biraz gayret ve çokça sabırla evcilleştirilip, ehlileştirilmeye değebilecek insanoğlunun nadir türlerinden memeli cinsidir bu varotikler!

Varotikler, varoş sosyetiğidir yani!

Üretmeye karşı olup, çokça tüketen cinstendirler.

Memleket için bir katkın olsun, mevcudiyetinin bir anlamı olsun, işgal ettiğin yeryüzü metrekaresine bir faydan olsun, fikren ve ruhen kapasiteni aşmaya çalış, evrene doğaya enerji sağla gibi hümanist yaklaşımlarda bulunmayın bunlara zira ters teper! İki boş lafla seni yerle bir ederler şaşar kalırsın alimallah, demedi deme!

Boşluklarına –ama her anlamda boşluklarına- aklını çıldırırsın yeminle. Şakağından bi tık vursan, içerde çınlama sesi duyacağından eminsindir yani, o derece!

Her bişeyin en iyisini zaten onlar bilmektedirler! Yemeğin en iyisini onlar yaparlar, sanırsın ki Vedat Milor bunun yamağıydı!

Moda ikonudurlar aynı zamanda. Giyinip kuşanıp, takıp takıştırıp her kreasyonuyla şahane pozlar verirler. Bakmalara doyamazsın! O eller, o kollar, o bacaklar, o gözler Allahım sana geliyoruumm…. Mahallenin Desperate Housewives’ı bildiğin Best Model Of Turkey olmuş! Hayır yani bi de marka falan takılsa, gerçekten kaliteyi bilse, celebrity olsa anlarım! Giydikleri bildiğin pazar malı ayol! “Havan kime güzelim” diyesin gelir, kıçınla güler geçersin…

Kendini best model sanan bu varotik canlı atlar arabasına, açar son ses müziğini –tarzını tahmin edin, ben yazmayayım- çeker videosunu! Araba kullanırken elde telefon, şarkıya eşlik eden mimikler…. O ne şuh bakışlar, o ne işve, o ne eda kızzz Allah seni naapmasın emi güldürdün beni! Hasetlenmeyelim lütfen, sanatçı burada keşfedilmeyi umut ediyor!

Kendi çapındaki ekürileriyle buluşup ciks mekana giderler. Ellerinde telefon, bi öyle pozlar bi böyle pozlar… Kahveler gelince selfiler, ağaç altında –habersizmişcesine- mağrur bakışlar… Gidilen mekan mutlaka etiketlenir ama liittfeennn! “Baakk biz burayadız miirabaaa” halleri yani… Vizyonsuzluk gerçekten çok kötü bir şey! Kalite insanın ruhunda, DNA’sında olmayınca köşe başındaki kokoreççiyi de ciks mekan sanırsın!

Rabbim kimsenin başına vermesin diyeceğim ama veriyor işte hikmetinden sual olunmayan yüce Rabbim! Bize de bunların hallerini izleyip gülmek -ve hatta acımak- kalıyor…

Anlayacağız üzre kapitalist sistemin duayeni olurlar kendileri. Yılda on tane kitap okumuşluğu yoktur muhtemelen. Çocuklarının ellerinden tutup belki sinemaya gitmiş olabilir, hakkını yemeyelim ama bir sergiye gitmeyeli yıllar olmuştur muhtemelen. Ve iddiaya girerim ki opera bileti almamıştır hayatında! Müze gezmek afaganlar bastırır zannımca.

Koca parası yiyen kadınlardır bunlar!

Koca parası yemek kötü bir şey mi, tabi ki hayır! Vardır adamın parası, yersin çatır çatır, kime ne! Yersin de, kendine de çocuklarına da çevrene de memlekete de hatta evrene de bir faydan dokunur, işte o zaman anlarım.

Zengindir adam, senin çalışmana da gerek yoktur –ki bu da şahsiyet meselesi o ayrı- senin gezdiğine tozduğuna karışmaz, oh ne ala. Kim istemez böyle kocayı, varsa böylesi hemen gönderin, talibim!

Gezersin dünyayı, başka ülkeler, başka kültürler tanırsın. Ufkun açılır, hayata bakışın değişir.

İçinde saklı olan bir yeteneğin, meziyetin illa ki vardır, Allah bir nebze vermiştir her insana bir ehliyet, onu bulup çıkartırsın içinden.

Boş boş dolaşmazsın kahveci dükkanlarında, işte o zaman anlarım. Ama bunun dışındakiler varotiktir işte!

Gittikleri her yerde cafede, restaurantta, plajda ellerinden telefon düşmez. İlla her anı, her saniyeyi Instagram’da story atacaklar!

İşte bunu benim kafam almıyor arkadaş. Çok kısa bir örnek vereyim, ben arkadaşlarımla plaja gittim diyelim… Oturmuşuz üç beş kişi… Deniz kum güneş miss…. Gırgır şamata o biçim…. Söylemişiz okkalı sade Türk kahvelerimizi, atmışız iki el tavla… Sonra sıcak basmış, atlamışız suya. Yüzmüşüz şöyle serin serin… Çıkmışız kumsala, sarılmışız havlulara… Seyyar midyeciye el atmışız, gelmiş koymuş tepsiyi önümüze… O açıyor midyeleri veriyor bize… Sıkmışız tepesine limonu… Gömmüşüz bi güzel bi tepsi midyeyi oofff… Bana hafif uyku bastırmış, kafamı şemsiyenin gölgesine saklayıp uyumuşum bi güzel…. Ohhh yaaa hayat bu işte….

Peki, işte soru şu; telefonum nerede! Tabi ki çantamda! Aradan geçen iki koca saat boyunca bakmamışım telefona! Çaldı mı, arayan mı oldu, mesaj mı geldi…. Bana ne arkadaş bana nee! Ben eğlenmeye gitmişim ve dibine kadar zevk almışım, eğlenmişim. Bunu yaparken de telefona ihtiyaç duymamışım! Midyeyi gömerken selfie çekmemişim! Suya atlarken story atmamışım!

Yani ben harbiden eğlenmişim ve bunu paylaşmak aklıma bile gelmemiş!

Gerçekten eğlenirken, gerçekten mutlu olurken insanların bunu kanıtlamaya ihtiyacı yoktur!

Her anını gözler önüne seren insanlar, gerçekten mutlu olmayan insanlardır!

Mutluymuş gibi mışmış gibi yapan insanlardır!

Beni güzel görsünler, beni mutlu görsünler diye sıçarken bile yayınlayan insanların acilen psikiyatra gitmelerini şiddetle tavsiye ediyorum!