Hırsız

hirsiz

Her insanın bazı korkuları vardır doğal olarak. Kötü bir olaya, bir yaşanmışlığa bağlı olarak da ortaya çıkar bu korkular, bazen de hiç sebep yokken korkar insan.

Benim en büyük korkum hırsız! Eve ben varken hırsız girmesinden ölesiye korkuyorum. Daha önce böyle bir şey yaşamamama rağmen, gece yatarken bütün önlemlerimi alıyorum.

Kapılar sonuna kadar kilitlenir, camların önüne içinde kaşıklar olan çay bardakları dizilir, yattığım odanın kapısı kilitlenip kapının önüne sandalye konur, telefonumda son aranan numaralara 155 Polis İmdat eklenir, mumlar, şarjlı el feneri, düdük hemen elimin altında durur…

Normal insanların kâbusu karabasandır, kazadır, beladır ama benimkiler ise eve giren hırsıza bana bir şey yapmaması için yalvardığımdır. Korkuyorum işte elimde değil!

Alarm taktırmayı çok düşündüm ama bu sefer de alarmın sesinden ödüm kopar diye vazgeçtim. Önceki yaşamımda hırsız tarafından öldürüldüm mü nedir bilemem ama normalde mangalda kül bırakmayan cesaretim, konu hırsız olunca fıss diye sönüveriyor işte.

 

Keyfhane…

Yıllar önce oturduğum ev çatı katıydı. On yıla yakın o evde mutlu, huzurlu, güvenli oturmuştum. Çok da severdim evceğizimi. Evime ev demezdim, “güzelim” derdim ben. Her odanın da ayrı ismi vardı kendimce uydurduğum.

Muhteşem terasım vardı mesela, adını da “keyfhane” koymuştum. Diğer binaların üstünde kalan, başka pencerelerden balkonlardan bakıldığında görülmeyen şahane bir yerdi benim terasım. Dostlarımla yapılan mangal muhabbetlerini, halı yıkarken ayağımın kayıp düşmemi, kışlık salça domates sosu hazırlarken gülüşmelerimizi, sıcaktan bunaldığımda yorganı yere serip serin serin uyumalarımı, denize havuza gitmeye fırsat bulamadığımda güneşlenmemi, iş sonrası tuzlu fıstık yanında biralamacalarımı, sazlı sözlü canlı fasıl heyeti eşliğinde doğum günü kutlamalarımda eğlendiğimiz çok keyifli bir terastı…

Bir yaz günü sıcaktan çok bunalmış halde öğle arasında eve geldim. Duş alıp çıkacaktım. Kapıdan girer girmez üstümde başımda ne varsa soyuna soyuna banyoya koştum. Duşumu aldım, havluya sarıldım, banyonun kapısını açmamla çığlık atmam bir oldu!

 

Terasta bir adam var!…

Terasta bir adam var! Banyoyla teras karşı karşıyalar ve adamın karşısında ben havluyla duruyorum! Önce rüyada sandım kendimi. İstemsizce manasız seslerle böğürmeye başladım. Baktım ki rüyada falan değilim, adam da beni görünce panikledi “sakin ol” falan diyor, daha da çok korkmaya başladım. Nefesim kesildi, kalbim boğazımda atmaya başladı. “Allahım nolur rüya olsun bu” diye kendimi çimdiklemeye çalışırken, bacaklarımdan bi sıcaklık aktığını hissettim. Korkudan işemişim iyi mi!

Hemen banyoya girdim ve kapıyı kilitledim. Üstüm başım kıyafetlerim koridorda! Kalakaldım öyle havluyla. İlk şoku atlatınca havluyu daha sıkı sardım, elime de vileda sopasını aldım, bir elimde de tuz ruhu (adam bana saldırırsa yüzüne dökeceğim hesapta) açtım kapıyı! Gerizekalı mıyım neyim hırsıza karşı tuz ruhu!

Avazım çıktığı kadar bağırıyorum adama. O sırada adamcağız bir şeyler söylemeye, derdini anlatmaya çalışıyor ama ben duymuyorum ki kendi çığlığımdan. Bir ara adam elindeki fırçalı sopayı gösterdi, daha beter bağrınmaya başladım ben. Baktı gördü ki adam ben sakinleşmeyeceğim, geri geri adım atmaya başladı. “Korkma bacım benden sana zarar gelmez, ben boyacıyım. Binanın dış cephesini boyuyoruz” dedi. Gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalakaldım oracıkta.

Hemen kendimi topladım ve apartman görevlisini aradım. Beni yıllardır tanıyan apartman görevlisi sağ olsun (kendince bana iyilik yapacak aklınca), apartmanın dış cephesi boyanırken gündüzleri ben evde yokken bitirelim boya işini diye, asansör dairesinden benim terasa indirmiş boyacıları. Benim eve gelip de koridorda soyunup banyoya gireceğimi kimse düşünmemiş haliyle! Nasıl çemkirdiysem adama bir daha bizim apartmanın boya işine gelemedi.

O gün bana iyi ders oldu aslında. Kendi evim diye rahat rahat soyunmamayı öğrendim. Ha bir de korkudan altına işemek nasıl oluyormuş onu anladım!

 

 

 

 

Evsele…

evsele

 

Mutfakta zaman geçirmeyi, yemek yapmayı çok seviyorum. Geleneksel tariflerle birlikte yeni lezzetler de denemek hoşuma gidiyor. Yemek programlarında gördüğüm tatları kendime göre uyarlayışım çoktur.

Ama en çok annemin tariflerini yaparım. Bence bu en zoru! Çünkü ne kadar denesem de annemin yaptığı gibi olmaz. İlla bir şey eksikmiş gibi gelir, aynı tat olmaz.

Ararım hemen annemi, “bunun içine ne koyuyordun” diye sorarım. Hiçbir zaman ölçülü şekilde yemek yapmayan anneme sorulacak en zor sorudur bu, insana cinnet geçirtir yeminle!

  • “Şimdi anne buna ne kadar tuz koycaz?”
  • “Yaa ne bileyim, ben hiç ölçüyle yapmam ki, hep göz kararı yani…”

Hadi bakalım çık işin içinden çıkabilirsen! Göbeğin çatlar o kararı tutturabilmek için.

Telefonda annemden tarif istemek, en az 2-3 kez dinlemek zorunda kalmaya da yol açar. İlla ki söylemediği bir detay olur. Tencere tavayla havada on parende atsan da annenin yaptığına benzemez yaptığın.

Köfte ya, bildiğin normal köfte işte. Ama annemin yaptığı gibi olmuyor. Her seferinde başka bir şey söylüyor püf nokta olarak. Üşenmedim tek tek not ettim her arayışımda verdiği malzemeleri, hepsi birbirinden farklı. Birinde karbonat var, diğerinde azcık süt, başkasında bilmem ne…

 

Alabildiği kadar!

Onun kendi usulleriyle ve ufak sırları vardır mutlaka. Bütün ölçüler “azıcık”, “birazcık”, “göz kararı”, “alabildiği kadar”, “bi çimdik” gibidir. Delirtir insanı bu ölçüler, telefonun ucunda kendini çimdiklersin.

Ve illa ki “nebati yağ” terimini kullanır, margarin de olsa tereyağı da olsa. “Nebati yağ mı kaldı anne?” dediğimde de terliği yerim mutlaka.

  • “Anne aldığı kadar yazıyor burda!”
  • “Evet işte aldığı kadar.” (anlayamamış olmama şaşırarak)
  • “Peki ne kadar koyayım?”
  • “Aldığı kadar dedim ya!!”
  • “Nasıl anlıycam ben bunun almasının durduğunu, ben koydukça alıyor işte!”
  • “Gerizekalı mısın kızım sen?”

Yemeği tarif ederken de farklı dil kullanır annem, tariften ziyade bu dili çözmek gerekir önce!

  • “Amurlaa biraz yillendirilir” (yufkaları havalandır)
  • “Evsele.” (havalandırarak karıştır)
  • “Göbek attır” (çorba için fokurdasın demek)
  • “Göz göz olsun” (hamur için kabarsın demek)

Ve çoğu zaman da mutfaktayken içine sadist bir ruh kaçtığını düşünmüşümdür.

  • “Sarımsakları başlarından ez!”
  • “Soğanı öldür!”
  • “Patlıcanın karnını deş!”
  • “Kabaan kıçına sok!”

Yemek mi yapıyoruz yoksa Firedi’nin Kabusu’nda mıyız acaba?

 

Annemin tarif defteri…

Anneme gittiğim bir gün mutfağı karıştırdım ve tarif defterini buldum. Buzdolabının üstüne saklamış. İlaç mümessilliğimden kalma, bilmem kaç yıl öncesinin promosyon ajandasının üstüne kocaman yazmış “Hüdoşun Defteri” diye.

İlk sayfalarda benim yazdığım notlar var, kıyamamış onları yırtıp atmaya canım yaa… Sonraki sayfalara özenle kendi el yazısıyla yazmış tarifleri. Sayfanın en tepesine de tarif sahibinin adını yazmış, sonunda “hanım” yazanlar muhtemelen bir komşu gününde yeni tanıştığı kişiler olsa gerek. Okudukça koptum gülmekten…

Bediha’nın saç örgülü çöreği

Ayla Hanım’ın gül böreği

Tahire teyzenin kalburabastısı

Samanyolundaki aşçının tarifi

Eminenin görümcesinin kakaolu keki

Oktay ustanın mantısı

Saydım, tam 17 çeşit kek tarifi var! Ama hepsinin sahibesi farklı. Aralarında ne gibi fark olduğunu düşündüm ve en önemlisi de hangisinin daha lezzetli olduğunu. Takdir edersiniz ki tariften hangisinin daha lezzetli olacağı anlaşılmamaktadır!

İlk sayfaları düzgün düzgün yazılmış olmasına rağmen, ilerleyen sayfalarda çalakalem metodu kullanılmış sayın seyirciler!

Sayfaları çevirdikçe vanilya kokusu duydum. Sayfaların arasında bol miktarda takvimden koparılmış, gazeteden yırtılmış tarifler buldum. Kabartma tozu ve vanilya paketleri de arkasında tarif olması sebebiyle, defter arasına özenle yerleştirmiş annem.

İçinden çay lekeli kâğıt peçeteler de çıktı. Günlerde sehpa üstünde peçeteye yazdığı tarifleri deftere geçirmeye üşendiğinden, defterin içine sıkıştırıvermiş peçeteleri.

Yemek tariflerinin arasında, sayfanın bilumum köşelerinde telefon numaraları da mevcuttu.  Tarif defteri olmuş sana telefon defteri!

Satır aralarında püf noktalar içeren defterde “fırın sıcak olacak”, “şurup sıcak, baklava sıcak olacak”, “karbonata limon sık” gibi ipuçları ilgili tarifin altına yazılmıştı.

Bu defterin illet getiren yanlarından biri de, hangi sayfasında hangi tarifin yer aldığını bilmek mümkün değil arkadaşım!  Tatlılar, tuzlular, yemekler diye ayrı ayrı yazılmamış hiçbir tarif. Tek tek sayfaları aramak zorunda kalırız valla buradan yemek yapacak olsak! Aralara işaret koymamız gerekir yani.

 

Yemeklerin tarihçesi…

Bu deftere baktığınızda Türk hamur işi tarihinin, Selçuklulardan günümüze kadar olan gelişme sürecini gözleyebilirsiniz. İlk sayfalarda yer alan “haşhaşlı pişi”, “mayasız poğaça”, “kete” tarifleri, sayfa sonlarına doğru “zeytinli kek”,”yaban mersinli muffin”, “keçi peynirli mini tart” gibi modernist ve global tariflere yerini bırakıyor.

Sor bakalım “kaç tanesi yaptın, denedin?” Eminim hiçbirini!

Ben deftere gömülmüşken annem girdi içeri, elimden almaya çalışırken okuduğum tarif çığlık atmama yetti!

  • “Ispanaklı kek mi??? Noluyo anneaa ıspanaklı kek yazıyor burda, ne diyo bu yaa!!”
  • “Hııı evet, geçen fıstıklı diye yediğiniz var ya kremalı, üç kilo fıstık koydum yiyin dediğim o işte kızım.“
  • “Ohaaaa…hmm sodalı tepsi böreği. eee bunun harcına 2 yumurta diyor, e hani sodalı olunca yumurtaya gerek kalmıyordu? Ya yumurta yemiyorum ben yaaa, oofff ağzıma da tadı gelmişti yaa annee beeeee!!!”

Hiç dokunmasaydım keşke! Bütün büyüsü bozuldu o kabarık keklerin, çıtır çıtır böreklerin. Karbonhidrat âlemi hepten yalanmış, kandırmacaymış!

Annemden defteri alamadım ama çaktırmadan sayfaların fotoğrafını çektim. Anı olsun istedim, annemin eli değmiş diye. El yazısının yıllar içinde nasıl da değiştiğini fark ettiğim gün, bir başka gözle baktım o vanilya kokulu deftere…

 

 

 

Guduk

guduk

 

Çocukluğunu apartman blokları arasında değil de köyde yaşayanlar bence çok şanslı. Ben de bu şanslı insanlardan biriyim mesela. Tam anlamıyla dolu dolu çocuk olabiliyorsunuz köy ortamında. Dalından domates, biber kopartabiliyorsunuz mesela. Kirazı, elmayı, dutu dalından yiyebiliyorsunuz. Tarlaya ekilirken bir avuç attığınız buğdayın, taş değirmende öğütülüp un haline getirilmesini izleyebiliyorsunuz. El emeğinizle ürettiğiniz o unla ekmek yoğurup, babaannenizin bahçesindeki taş fırınında pişirebiliyorsunuz eğer ki köyde büyümüşseniz. İşte bu yüzden nimete değer verip, ziyan etmeye de korkarsınız çocukluğunuz köyde geçtiyse eğer.

Köy çocuklarının oyuncakları topraktır. Çamuru şekillendirirken hayal dünyasında yolculuk yapmanın keyfi başkadır. Renkli, cicili bicili, lüks oyuncak yoktur belki ama bir yaprak ve küçücük dal parçasıyla şahane oyunlar icat edilir. Hal böyle olunca ilk arkadaşınız da hayvanlar olur genellikle. Benim ilk arkadaşlarım karıncalardı. Cüsselerinden çok büyük yaprakları taşımalarına çok üzülürdüm. Aklımca işlerini kolaylaştırmak ve yardım etmek isterdim onlara. Kibrit çöpüyle incecik yollar kazırdım toprağa, evlerine kolayca gidebilsinler diye.

 

Karıncaları evlat edindim…

Sonra bir gün minnak karıncaları evlat edinmek istedim. “Seni leylekler getirdi, biz de seni besledik büyüttük” demişti annem. Sanırım onun etkisinde kalarak ve leyleklerin yuvalarına ulaşamadığımdan olsa gerek, elimin altındaki karıncaları beslemek ve anne olmak istedim. Yastığımın altına serptiğim toz şekerle besledim onları bir süre. Yatağımın her tarafını karıncalar sardığında annem evi ilaçlayınca yerlerde tepinerek feryadı basmıştım. “Onlar benim bebeklerim, ben annesiyim onların, evlatlarımı öldürdünüz” diye günlerce içimi çeke çeke ağlamıştım. Sonrasında annem beni ikna edebilmek için bu “leylekler getirdi” olayını açmak zorunda kaldı ama daha büyük saçmaladı ve “sen minicikken ben seni yuttum, sen benim karnımda büyüdün” dedi! “O zaman minnak karıncaları yutayım ben de” dediğimde anamdan temiz bir sopa yedim ve benim anne olma hayallerim rafa kalktı böylelikle.

Karıncalarla arkadaşlığım başarısızlıkla sonuçlanınca evimizin bahçesinde tek başıma takılmaya karar verdim. Annem işe giderken beni yan komşumuzun köpeğine emanet ediyordu. “Gel burada otur, ben gelene kadar bekle” diye talimat veriyordu köpeğe. Açıkçası biraz korkuyordum bu bakıcıdan. Devasa büyük bir hayvan gibi geliyordu bana. Kimseyi sokmazdı bahçeden içeri. Yanıma gelmeden bahçenin kapısında beklerken gözlerini bir an olsun benden ayırmazdı Guduk. Kendi kendime oynarken arada göz göze gelip konuşuyordum onunla. Dinliyordu beni ve her söyleneni de anlıyordu. Annem eve gelince Guduk’un başını okşar, ona biraz yiyecek verir ve “hadi git evine” der ve gönderirdi.

Bir keresinde annem taze yumurta almak için babaannemin evine göndermişti beni. Ben kapıdan çıkınca Guduk da arkamdan gelirdi. Sanırım 3 ya da 4 yaşlarında falandım. Babaanneme gidip, kümesteki folluktan sıcacık yumurtaları kendi ellerimle topladım. Hiç unutmam, karpuz kollu bir elbise vardı üzerimde. Minik çiçek desenli, etek uçlarında mavi kurdeleli şirin bir elbiseydi. Eteğimin ucunu toplayıp, yumurtaları kırılmaması için özenle yerleştirdiğimden yavaşça yürüyordum.

 

Guduk…

Köy meydanında hayvanların su içtiği büyük bir çeşme vardı, onun yanından geçiyordum ki bir uğultu duydum arkamda. Çeşmeden su içen kaz sürüsü uçarak koşarak bana doğru geliyordu.  Kanatlarını çırpa çırpa tıslayarak üstüme atladı bütün kazlar. Bacaklarımdan gagalamaya başladılar. Yaklaşık 40-50 kazın ortasında kalmış ve yere düşmüştüm.  Kafamı, kollarımı, bacaklarımı tıslayarak gagalamaya devam ediyorlardı. Sonra birden havlama sesi duydum.

Guduk kazların arasına dalmış, çoğunu ısırmış. Tepemde beni didikleyen kazı da patisiyle kovalamıştı. Düştüğüm yerden beni kaldırmaya çalıştı burnuyla. İlk defa o zaman Guduk’a karşı korkumu yenmiştim. Bana yardım etmeye çalıştığını anlamıştım. Yerden kalktığımda eteğimdeki bütün yumurtaların kırıldığını ve dizlerimin kanadığını gördüm. Acıyan yaralarım için değil de kırılan yumurtalara ağlamaya başladım.

Eve kadar Guduk yanımda geldi, havlaya havlaya annemi çağırdı. Hemen akabinde de köy kahvesinde oturanlar yetişti ve “şu köpek olmasaydı didikleyeverceklerdi gızanı” diye söylendiler. O günden sonra Guduk en iyi arkadaşım oldu. Artık bahçe kapısında değil, yanımda oturmaya başladı.

Yıllar sonra Guduk’un öldüğünü öğrendiğimde içimden bir şey koptu. Çok üzülmüştüm arkadaşıma. Benim korktuğum, devasa büyüklükte sandığım hayvancık meğerse kaniş cinsi bir köpekmiş onu da çok sonraları öğrendim tabii. Keşke Guduk’la bir fotoğrafımız olsaydı be…

 

 

 

Ailenizin radyocusu…

ailenizin-radyocusu

 

Çocukken en büyük hayalim dedektif olmaktı. Gizli kapaklı işlerin peşinden koşan, suçluları yakalayan, ayakkabının altındaki çamurdan ve bardaktaki dudak izinden “katil uşak!” diye şıp diye sonuç bildiren cinsten bir dedektif olmak istiyordum. Nohut rengi uzun pardösünün içinde yürüyen yer mantarı olacağımı anladığımda bu hayalden vazgeçtim.

Ancak suçlu kovalamak ve hak peşinde koşmak için yanıp tutuşuyordum nedense. Pardösü hayallerimi yıkınca ben de polis olmaya karar verdim. 80’li yılların favori dizisi Dempsey and Makepeace’in sarışın afeti Glynis Barber gibi olmak için can atıyordum. Solaryuma girmiş gibi görünen yanık teni, altın sarısı küt saçları ve renkli gözleriyle çocukluğumun ilham kaynağıdır o kadın. TRT’de dizinin yayınlandığı yıllarda gazeteden veya haftalık TV dergisinden çıkan posterini odama asmışlığım da vardır ayrıca.  Tayyör ve seksi kelimelerini yan yana getirebilmiş nadir hatunlardandır. Hele jartiyerine tabanca gizlemez miydi, içimiz giderdi…

Ben Dempsey tutkusuyla polis olma işini iyice kafaya koydum, bizimkilere de söyledim “polislik sınavına gireceğim” diye. Evde kızılca kıyamet koptu tabi! Hırlısıyla hırsızıyla mı uğraşacak mışım, gecem gündüzüm mü olmayacakmış, kelle koltukta mı dolaşacak mışım, kıza tabanca mı yakışırmış… Saydıkları bahaneler bitmedi gitti. Nereden duyduysam “bari masa başı polisi olayım anne!” dedim, belki ikna olurlar diye, onu da yemediler!

 

Patlıcan neden oturtulmuş?

Sonrasında gazeteci olmaya karar verdim. Elime aldığım tarakla ev halkıyla röportajlar yapmaya başladım. “Evet sayın seyirciler bu akşamki mönümüz patlıcan oturtma! Sayın babacım siz bu konuda ne düşünüyorsunuz acaba? Patlıcan ayakta mı duruyor da neden oturtulmuş, fikriniz nedir?” gibisinden kafa açıcı sorularımla beyinlerini pişirdim bizimkilerin. Satın almaya param yetmeyince okul harçlıklarımı biriktirip çarşıdaki sahaftan eski bir daktilo kiraladım. Yaptığım şahane(!) röportajları, sert tuşlarına basmaya gücümün zor yettiği parmaklarımla temize çekip haberler yaptım. Ailecek çok sevdiğimiz, beğenip takdir ettiğimiz ünlü bir gazetecinin evinin önünde bombalı suikastla öldürülmesiyle, hayalini kurduğum gazetecilik mesleği orada bitti benim için. Çünkü hayatımda ilk defa babamı hüngür hüngür ağlarken o zaman gördüm…

İlerideki meslek arayışımda kıvrak bir sapma ile bir anda Mezdeke olmaya karar verdim! Elime geçirdiğim tülbendi yüzüme peçe yapıp “Led bir vele diştiri.. ya el yelil lili lili” diye ortalarda dolaşmaya, itinayla gerdan kırmaya ve kıç sallamaya başladım. Annemden temiz bir sopa yiyince tabi bu hayalim de çok uzun sürmedi!

Bizimkilere göre kadın için en ideal meslek öğretmenlik ve hemşirelikmiş! Çocuk cıyıltısını daha o yaşlarda bile kafam götürmediğinden öğretmenlikten anında vazgeçtim. İğne yapabilme cesaretim de olmadığından hemşirelik yalan oldu böylelikle. Ha tabii bu arada benden habersiz o dönemin en meşhur hemşirelik okulu sınavına beni zorla soktuklarını, kul hakkından ödü kopan annemin sırf bu sınav için araya adam bile koyduğunu ve benim inat edip o sınavda boş kâğıt verdiğimi de atlamayalım lütfen! Sonuç elbette ki değişmedi, anamdan yine temiz sopa yedim!

Okulun veli toplantısında öğretmenimiz “çocuklarınıza seçecekleri meslekle ilgili baskı yapmayın, kendi yeteneklerini ve isteklerini ortaya çıkarın” demiş. Sanki atomu bulmuşlar gibi bizimkiler değişik davranmaya başlamışlardı bana. İlk defa “ne istiyorsun?” diye sormaya başladılar. “Yazmak ve konuşmak” dedim kendimden son derece emin olarak, tabii bizimkiler pek anlam veremediler ve kendi halime bıraktılar beni. Daha doğrusu annem “sanki ağzını bantladık, dil zaten pabuç gibi!” diye çemkirdi elbette.

 

Ailenizin radyocusu geldi…

Öğretmenimden aldığım gazla o dönem yeni kurulmaya başlayan bir yerel özel radyoya başladım. Başıma gelecekleri bildiğimden, öncesinde öğretmene gidip durumu anlattım, bu işi nasıl sevdiğimi ve asla derslerime engel olmayacağını anlattım. Olur ya bizimkiler gider hocaya konuşur, beni vazgeçirmeye çalışırsa diye önlem aldım kendimce. Tam da tahmin ettiğim gibi, annem gidip konuşmuş öğretmenle. Sağ olsun kadıncağız da ikna etmiş annemi.

Hafta sonları iki saat radyoda program yapmaya başladım böylelikle. Küçücük karanlık bir oda ve önümde duran mikrofon! Giriş müziği Balıkesir Çiftetellisi! “İtinayla oynatırız” da sloganım! Nasıl ama? Evde zaten yalnızken, kendi kendime konuşuyordum o yüzden zorlanmadım. Antrenmanlıydım yani! Kendimi ve annemi anlatıyordum genellikle. Çünkü annem nev’i şahsına münhasır nüktedan kadındır, dolayısıyla eldeki malzemeyi kullanıyordum.

Kendi saflıklarımı da söylüyordum elbette. O döneme ait anlattıklarımdan tek hatırladığım şey, “Zeki Müren’e çok acıyorum. O kadar zengin ve şöhretli birisi nasıl olur da bodrum katında yaşar ya?” diye hayıflanıp bunu programda söyleyince, radyonun canlı yayın telefonları kilitlenmişti. Meğerse rahmetli Zeki Müren bildiğimiz Bodrum’da yaşıyormuş! Ah benim saf kafam ya…

Komik olsun diye değil, o an içimden öyle geldiği için konuşuyordum ama millet acayip eğleniyormuş benim programı dinlerken. Bir de yine canlı yayında Madonna ile Maradona’yı kardeş sanıp, “bunların babaları çok şanslı adam ya! Parayı götürüyordur valla!” diyince ben, radyonun patronu kahkahalar atarak stüdyoya girdi ve “kızım sen nasıl bir şeysin? Millet altına işedi gülerken! Böyle devam edersen önümüzdeki ay sana maaş vereceğim!” dedi. Ben de arkasından “hahahaa çok komik sanki! Maaş verecekmiş! Sen önce helâ taşına dönmüş dişlerini temizlettir o parayla!” dedim ve üç saniye sonra stüdyonun kapısı güm diye açılıp, patron girdi. “Çık dışarı, kovuldun!” diye tükürük saçarak bağırdı bana. Ne olduğunu anlamadım o an.

Meğerse mikrofonu kapatmayı unutmuşum ben! Allahım ben öleyim ya gömün beni bu stüdyoya emi!

 

 

Folik asit bebeleri…

apple-ipad-551502__180

 

Çocuklarla aram hiç iyi olmamıştır nedense. Daha doğrusu çocuk konusunda çok seçiciyim. Çocuk seçerim yani! Zıyıl zıyıl ağlayan, şımarık, istediğini yaptırmak için yerlerde tepinen çocuklara hiç tahammülüm yoktur (burada kulağımı çekip tahtaya vuruyorum, Allah muhafaza gibilerinden). Bu tarz çocuklar da zaten beni sevmezler. Çocuğa çocuk gibi değil de yetişkin gibi yaklaşır, konuşurum ben. Öyle agucuk gugucuktan falan anlamam, direkt normal sohbet ederim yani.

Arkadaşımın okula başlamak üzere olan dünya tatlısı bir kızı var. Önlükler, defterler, renkli kalemler gibi tatlı okul heyecanını bir türlü yaşayamadı maalesef arkadaşım. Çünkü onun derdi daha başka! Kızının üstün zekâlı olduğunu düşünüyor nedense. Bacak kadar çocuğa Einstein muamelesi yapıyorlar ailecek. Bu yüzden de kızlarını gönderecekleri okulu seçemiyorlar, öğretmen beğenmiyorlar.

 

Çocuğum üstün zekalı…

“Çocuğun üstün zekâlı olduğunu nasıl anladınız? Testi nerede yaptırdınız?” dedim arkadaşıma. Cevap gerçekten çok tatmin ediciydi! “Ay teste ne gerek var ayol! Çocuk kendini belli ediyor zaten, görmüyor musun?” dedi. “Nasıl yani?” dedim safça, “nasıl anladınız peki çocuğun zekâ seviyesini?” diye sordum. Kendimden de şüphe ettim bu arada, çocuk sahibi olmadığımdan belki de bilmediğim şeyler vardır diye düşündüm.

Minik kız evet çok tatlı, akıllı ama ben daha önce hiç üstün zekâlı bir çocuk görmediğimden aradaki farkı bilemiyorum doğal olarak. “Yaşıtlarından erken mi konuşmaya, yürümeye başladı?” dedim, “yok canım geç yürüdü bizimki” dedi arkadaşım.

Kızla sohbet ettim birazcık, normal yaşıtları gibi çocukça konuşuyor. Kelimeleri düzgün kullanarak akıcı halde cümle kurması da yok çocuğun. Öyle bilimle sanatla müzikle de ilgilendiği yok. Odasında bebekleriyle evcilik oynuyor, bebeklerini birbirleriyle dövüştürüyor. Arada canı sıkıldığında koltuk tepelerinde zıplıyor falan. Tamam, ben de bu konularda uzman değilim neticede ama bu kız bildiğin normal çocuk yani! Öyle üstünlük bir durumu yok.

“Ay arkadaşım sakın yanlış anlama ama senin kız pek normal görünüyor. Yani yaşıtları gibi bir kız çocuğu işte. Siz nasıl kanaat getirdiniz üstün zekâlı olduğuna?” dedim tekrar, merakıma yenilerek. “Aa üstüme iyilik sağlık! Olur mu hiç öyle şey ayol! Bizim kız acayip meraklı ve yetenekli. Telefonu tableti ver eline, şıp diye şifresini falan çözer oynamaya başlar. İnterneti senden benden iyi kullanıyor. Hoşuna giden müzikleri, oyunları, çizgi film videolarını Youtube’dan şakk diye indiriyor. Ben bu yaşımda bilemiyorum, beceremiyorum ayol akıllı telefonu kullanmayı ama o yapıyor. Kesin üstün zekâlı benim kızım!” dedi. “Nasıl yani? Çocuğun üstün zekâlı olduğuna, cep telefonu kullanmasından mı anladınız?” dedim duyduklarıma emin olmak için! “Herhalde yani!” dedi, son derece kendinden emin halde!

 

Bunun kıçında kurt var!

Konuyu hiç uzatmadan kestirmeden kapattım. Çünkü zamane anneleriyle bu konularda tartışmaya gerek yok çünkü ikna edemezsin! Anında 5 panter gücüne bürünüverirler. Eskiden duvara tırmanan, koltuk tepelerinde karate yapan, yerinde durmayan çocuğa “bunun kıçında kurt var” denilirdi, şimdi bu yaramazlığın adı hiperaktivite oldu! Telefon, tablet, bilgisayar, internet kullanmakla üstün zekalı olmuyor çocuklar bunu iyice öğrenin artık. Siz kendi çocukluğunuzla kıyaslamayın zamane çocuklarını. Şimdikiler folik asit bebesi ayol! Analarımızın zamanında folik asit mi vardı sanki? Ayrıca teknolojiyi iyi kullanıyor diye aferin manyağı yapıp şımartmayın çocuklarınızı. Tam aksine, kafasını tabletten kaldırmayan, bilgisayar oyunlarının müptelası olan çocukların sosyal becerileri çok zayıf oluyor. Şakır şakır oyun indiren, oynayan çocuk arkadaşlarıyla oynamayı, paylaşmayı beceremiyor nedense! İki kelimeyi bir araya getirip doğru düzgün cümle kuramıyor ayol bu çocuklar, siz hangi üstün zekadan bahsediyorsunuz acaba?

Bilgi çağındayız, elbette ki teknolojiden uzak kalmak mümkün değil. Çocuğu ne kadar uzak tutmaya çalışsan da okulda arkadaşlarında görüyor ve istiyor. Engel olamıyorsun bir bakıma. İyi güzel ama çocuğu sadece teknolojiyle oyalamak ne derece doğru? Kitap okuma alışkanlığını edindirmek anne babalara düşmüyor mu? Çocuğun en büyük serveti hayal kurmak değil midir? Hayal dünyasını geliştirecek kitaplar, hikâyeler, masallar tedavülden mi kalktı? Şimdikilerde maalesef varsa yoksa savaş silah vurdulu kırdılı temalı oyunlar! Hayır anacım oyunlar da bir şeye benzese bari, militan klanları yetiştirme kursları sanki!

 

Heyy yavrum heyy…

Bizim zamanımızda yoktu böyle teknoloji, belki de o yüzden garipsiyoruz. Bizim bildiğimiz tek teknolojik alet Commodore 64. Du yuu nov comodore?? İnternetsiz çocukluk yaşayanların şahı da MIRC. Connected bağlanma sesini ve kalpteki ritim hızlanmasını kaçınız hatırlıyor acaba? ASL ( age-sex-location/ yaş-cinsiyet-şehir) sorusuna kaçınız doğruyu yazdı hımm söyleyin bakalım? Yakışıklı76, Karizma, BabyFace, SertAdam, Koba69 gibi akılara ziyan “nick name”ler ve muhabbettin koyuluğuna göre buluşma randevuları! Heyy yavrum heyy… Zamana bak ya…

Bizim çocukluğumuzda ana babamız okulda öğretmene teslim ederken bizleri “eti senin kemiği benim hocam” derlerdi. Dersi dinlemeyip sıra arkadaşımızla kikirdedik diye cetvel mi yemedik ellerimize, kulak memelerimizden mi çekilmedi! Evdekilere söylediğimizde de “oh olsun ellerine sağlık hocanın az bile yapmış, dinleseydin dersini!” diye bir de evdekilerden dayak yerdik.

Şiddete karşıyız elbette ama bizim nesil çekinirdi öğretmenlerinden, saygı duyardı büyüklere. Okul haricindeki zamanda bile bir öğretmenimizi yolda görsek ceketimizi ilikleyip selam verirdik. Şimdikiler gibi hocaya diklenmek falan namümkün! Şimdi bir öğretmen olarak sıkıyorsa çek bakalım öğrencinin kulağını! Velisi seni rezil eder, okuldan attırır valla seni.

Şimdikiler çocuksa biz neydik acaba? Napalım yani, bizim zamanımızda Pokemon Go vardı da biz mi oynamadık?

 

 

 

Tatil…

tatil

 

Tatil için çok hayaller kurarız. Aylar öncesinden planlar yapar, “nereye gitsem” diye araştırmacı gazetecilik ruhumuzla aramadığımız otel, tavsiyesini almadığımız arkadaş bırakmayız. Bavul hazırlamak zaten tam bir işkence! Erkeklere göre kolay, iki şort üç tişörtle iş tamamdır. Ya kadınlar? Ayakkabılar, makyaj malzemeleri, banyo ürünleri, mayolar, gece ve gündüz için ayrı kıyafetler, koca bir poşet ilaç… Bitmez o alınacaklar, sığdırılamaz bir türlü valizlere. Ve illa ki bir şey unutulur! Asıl kâbus ise tatil dönüşü olur, o valizleri indir kaldır, içindekileri yıka ütüle yerleştir…

Ultra lüks beş yıldızlı tatil köyü benim tatil kavramımla pek örtüşmez. Ben tatildeysem istediğim zaman yatıp istediğim zaman kalkacağım arkadaş! Otellerin yeme içme saatine göre karnımın guruldamasını ayarlayamam kimse kusura bakmasın. Gittiğim yeri gezmeliyim en başta. Neresinde ne var, o yörenin nesi meşhur, nerede ne yenir öğrenmeliyim. Gezdiğim gördüğüm yerleri eşime dostuma tavsiye etmeliyim. Tatilde dağ bayır gezip, çayır çimen, ağaç börtü böcek görmeliyim. Malak gibi yatıp, bütün gün gölgede bir hamakta kitap okumalıyım. Ama otele kapanınca oradan çıkamıyorsun. “O kadar para verdik, dışarıda yemeye gerek yok” derseniz, öğlen çıkan patates kızartmasını akşam sulu yemek olarak önünüzde buluyorsunuz! Açık büfe önünde ramazanda pide kuyruğundaymış gibi beklemek hiç bana göre değil. Hele ki o tabağa kıtlıktan çıkmış gibi pilavın üstüne baklava sığdırmaya çalışanları görünce ensesine şaplak atasım geliyor!

 

Az eşya çok huzur…

Bu sefer yıktım bütün tabularımı ve çantaya iki şort, üç tişört koydum, ayağımda şıpıdık terliklerle çıktım yola. “Oh” dedim, “dünya varmış”. Telefon şarjım, kitabım ve sivrisinek kovucum varsa ben tamamımdır.

Gittim kafama göre bir yere yerleştim. Samimi sıcak bir ortam, dedim “tamam budur!”. Kendime göre ilk planım öğlene kadar uyumaktı ama maalesef alarmını bir türlü kapatamadığım vücut saatim kargalarla birlikte beni uyandırdı. “Hadi kalk giyin bari deniz kıyısında yürüyüş yap” dedim kendime. 70’lik 80’lik teyzelerin amcaların sahildeki spor aşkını görünce çok utandım kendimden. “Şu köşeyi döndük mü tastamam 2 km olacak, yeter bu sabah için. Az ileride Boşnak börekçisi var, gidip karnımızı doyuralım” lafını duyunca arkamdaki gruptan, spor olayının bizim milletin genetiğine uymadığına karar verim. Yok arkadaş, Türk kadını her yerde aynı valla. Spor olsun diye vıcık vıcık terle, kilometrelerce yürü sonra git börek ye! Niye erimiyor o tekerlek gibi kıç acaba?

Yoldaki kediyle köpekle oynaşmam bitip, kumların inceliğini ve deniz suyunun sıcaklığı ayak bileğimle ölçtüğümde sabah sporumu tamamlamış oldum. Aldığım gazeteleri ince belli tavşankanının yanında keyifle okurken Oya Bora adalarında (Bora Bora adalarına şahsımın verdiği ad) değil de, güzide Türk tatil beldesinde olduğumu hatırladım. Neden mi? Çünkü Türkiye haricinde dünyanın hiçbir yerinde, reçelli ekmeği yedirebilmek için çocuğunun peşinden koşan anne göremezsiniz! O sakin çocuk Fredi’nin kâbusuna dönüşüverir bir anda. Çocuğun çığlıklarını duyan biri, canlı canlı adam kesiyorlar sanır! Tatlı dille yemeğe ikna edemeyen savaşçı ruhlu Türk Annesi asla pes etmez ve bebenin burnunu tıkayıp, o yumurtayı ağzına sokar illa ki. Yaz sıcağında pekmezli sütü dayarsan çocuğa, masanın ortasına kusar tabii! Ayrıca Allah aşkına vazgeçin şu pekmezli süt ısrarınızdan ya! Azcık kitap okuyun interneti falan karıştırın, bunun bir faydasının olmadığını öğrenin artık! “Sus kızım sakın karışma elalemin çocuğuna, sen oku gazeteni” diyor iç sesim ama istem dışı gözüm takılıyor karşı masadaki kadına.

 

Çocuk bezdirme servisi!

Çocuk dayanamayıp fırladı masadan, koşturdu denize. Bizim fedakâr ve cefakâr Türk annesi de tabii ki peşinden! “Koşma, atlama, girme, ay boğulacaksın” feryatlarıyla yıktı ortalığı kadın. Arkadaş çocuk bu, hoplayacak da zıplayacak da koşup düşüp kafasını da yaracak! Denize getirdiğin çocuğun biblo gibi yanında durmasını nasıl bekliyorsun? Abartısız 15 dakika içinde 25 defa çocuğun yanına gitti kadın. Çocuk da her seferinde “tamam yaaee” diye sepetledi başından anasını. Ama kadın yılmadı! En son cezvede ısıttığı çorbayı pet şişeye koyup çocuğun yanına koştuğunu gördüm, “pes” dedim! Bu kadınları bir yerde topluyorlar ve çocuk nasıl bezdirilir diye bir seminer veriyorlar sanırım!

Tam o sırada arka masada Alman bir çift dikkatimi çekti. Bizim cevval Türk annesinin çocuğundan muhtemelen 1-2 yaş ufak kızı var bu çiftin. Kadın nasıl rahat anlatamam. Almış eline kitabını, uzatmış ayağını sandalyeye, karşısındaki eşi de rahat rahat kahvaltısını yapıyor ama velet yıkıyor ortalığı. Bunların umurunda değil! Vermiş bebenin eline bir havuç, kemirip duruyor garibim. “Hah” dedim ya, işte böyle rahat olacaksın. Çorba içmedi diye ölen çocuk var mı ya?

Vıyak vıyak çocuk cıyıltısından sinir bastı bana, “bari denize girip rahatlayayım” dedim. Azcık yüzdüm sonra aldım elime kitabımı serildim şezlonga. Sıcaktan içim geçmiş, uyumuşum biraz. Bir uyandım ki ne göreyim? Kitap yüzümle boynumun yarısını kaplamış ve damalı eşek gibi olmuşum iyi mi! Bronzlaşmada yeni trend flaş flaş flaş! Yazın o sıcağında yüzümün şeklini kurtarabilmek için 3 ton koyu fondöten kullanmak zorunda kaldım. Baktım olmuyor, aldım kocaman büyük bir şapka taktım kafaya, bir de devasa gözlük! Yer mantarı edasıyla dolaşıyorum ortalıkta! Millet beni magazincilerden saklanmaya çalışan ünlü falan sandı, haahaayy havam bin beş yüz!

 

Sahil işgali!

Anladım ki ben bu bronzlaşma işinde beceriksizim, aldım elime kitabımı gölgede takılmaya başladım. Daldığım sayfadan kafamı kaldırdığımda gözlerime inanamadım! Sahilde mülteci istilası var sandım önce ama biraz dikkatli bakınca bu kalabalığın günübirlikçi tayfa olduğunu anladım. Laz müteahhit gibi kumsala ruhsatsız kat çıkmışlar resmen! Büyük dondurma şemsiyeleri, yerlerde kilimler, plastik sandalyeler… Sol taraftaki grup da evdeki oturma takımını getirmiş, kanepeler tekli koltuklar… Türk kadınının her ortama adaptasyonunu bir kez daha takdir ettim valla. Ekmek arası köfte, haşlanmış mısır, karpuz, çekirdek itinayla çantaya istiflenmiş, çocuğun çişini yaptırmak için boş pet şişe de hazır edilmiş! Helal olsun dedim.

Bu şen şakrak kadın grubunun en tehlikeli yanları acayip şekilde meraklı olmaları! Ortamda yalnız bir genç gördüklerinde hemen potansiyel gelin/damat moduna geçiyorlar. Maalesef ben de bu meraktan nasibimi aldım! “Adın sanın ne, nerelisin, kaç yaşındasın, ne iş yapıyorsun” sorularıyla bezdirdiklerinde “öğretmenim” diye sallayıverdim. Ay demez olaydım! Ben nerden bileyim Türk annesinin potansiyel gelin adayı olarak öğretmenleri seçtiğini? Öğretmenliğe gösterilen ilgiyi rahmetli Atatürk görseydi gözlerine inanamazdı herhalde! Baktım ki bu meraklı kadınların elinden kurtulamayacağım “ay beni güneş çarptı galiba bana müsaade” dedim kaçtım yanlarından.

Siz siz olun tek başınıza tatile çıkarken iyi düşünün. Gittiğiniz yeri iyi seçin. Hatta direkt beş yıldızlı ultra lüks tatil köyüne falan gidin de tek derdiniz yemekte sıra beklemek olsun!

 

 

Falcı Bacı…

falcı bacı

 

Kız arkadaşlarımla toplanıp kakari kikiri muhabbet etmeye bayılırım. Sarı balyajlı AVM çıtırlarının salt erkek dedikodusu üzerine kurulu sohbetlerinden ziyade, bizimkilerde konular çok çeşitlidir. Şen kahkahalarımıza mutlaka okkalı bir Türk kahvesi eşlik eder. Hepimiz kahvede “Denk Ayar” içtiğimizden, on çeşit pişirmek zorunda kalmaz ev sahibemiz. Ee tabii malumunuz, finalde fincanlar kapatılır hatta çabuk soğusun diye üstüne yüzük de konur.

Grubun çaçaronu Sidikli Sevim önce yalandan nazlanır fincanı alırken “ay vallahi ben bilemiyorum, anlamıyorum bu işlerden. Adımı falcıya çıkartacaksınız ayol!” diye kıkırdar, sonra da dünyaca ünlü medyum edalarıyla “ben sana diyorum bak çıkmazsa gel yüzüme tükür” diye ahkâm keser.  Bir fincanla ortalama yarım saat oyalanır, bunun yarısı da üç beş kere tuvalete gitmekle harcanır. Adı üstünde, Sidikli Sevim. Bir bardak çay içse üç kere çişe gider, pilli bebek gibi hatun! Üstten içer alttan işer fışfış.

Bana göre tamamen sallıyor Sevim ama arkadaşlara göre şahane bakıyormuş fala. Gerçi ben fala falcıya inanmam, hep de dalga geçerim. İşte bunu bildiği için de Sidikli Sevim bana hiç bakmaz “ay git oradan sersem, zaten her dediğime bir kulp buluyorsun, nefesimi senin için harcayamam” der, sepetler beni başından.

 

Falcı Bacı…

Birkaç sene önce yine böyle arkadaşlarla muhabbet ederken, bizim kızlardan biri “falanca yerde bir kadın varmış acayip fal bakıyormuş!” dedi, olay koptu. Fal baktığı kızın evinin mermer merdiveninden tut da, kaynanasının gözünün rengine kadar saymış dökmüş. “Senin bir kaybın var, altın kolyeni kaybetmişsin. Evine girip çıkan, leğen kıçlı esmer kadın almış!” deyince falcı ve bizimki de karşı komşusunun boynunda görünce kendi kolyesini olanlar olmuş.

“Bu kadın her şeyi biliyor vallahi, tüm çocukluğumu tek tek anlattı bana” dedi bizim kızlardan biri. “Ya arkadaşım siz manyak mısınız? Sen bilmiyor musun zaten çocukluğunu? Çok merak ediyorsan git anana babana sor!” dedim ve gruptan aforoz edildim. Bu meşhur falcı çok lüks bir yerde oturuyormuş, öyle herkese de bakmıyormuş. Randevu alabilmek için araya illa birilerini koymak gerekiyormuş. En az bir ay sıra beklemek lazımmış. Garantiliymiş falları!

Bizim kızlar ne yaptılar ne ettiler aldılar randevuyu. Ben bunlarla dalga geçip, gülüyorum hallerine. “Aman sen sakın bizimle gelme! Gelirsen bizi orada sinir edersin, gıcık gıcık konuşursun. Zaten fala inanmayanlara bakmıyormuş, tak diye yüzüne söylüyormuş. Rezil olma bari orada.” dediler bana. “Ay” dedim, “canıma minnet, çok da meraklı değilim zaten!”

Randevu günü geldi çattı. Fal ekibini aldım, tarif edilen adresi buldum. Ultra lüks villalardan oluşan bir sitede falcı kadının evi. “Bu kadın parayla mı bakıyor fala?” dedim safça. Bizimkiler bir bakış attılar bana, sanki Atatürk’ün doğum tarihini bilemedim! Nasıl ezik davrandılar bana gözmeniz lazım. Fal bakım raconunu bilmiyorum ne var? Çok büyük kayıp mı yani?

“Yarım saati 250 lira!” dedi bizim tırsak Ebru. “Nee? 250 lira mı? Siz gerçekten kafayı yemişsiniz! Koca kış 300 lira doğal gaz faturası geldi diye az küfür etmedin, şimdi bu saçmalığa o parayı vermeye utanmıyor musun?” dedim, koluma çimdiği yedim!

Neyse, bunlar girdiler eve. Ben otoparkta arabanın içinde bekliyorum. Aradan 15 dakika falan geçti, bunlar yüzleri beş karış halde geldiler. “N’oldu ayol? Tipinizi mi beğenmedi falcı?” dedim.

“Hee he hee çok komik! Sen geç dalganı bakalım. Bizimle beraber içeri gelseydin ortamı görünce ağzının suyu akardı. Falcı demeye bin şahit lazım kızım! Mini etekli, sütun bacaklı taş gibi kızlar var Falcı Bacı’ya yardımcı. Bizi bir karşıladılar görmen lazımdı. Güler yüz, ikram, niyaz o biçim… Viski bile ikram ettiler ayol, sen otur burada radyodaki şarkılardan fal tut kendine!”  dedi bizim alık Gülay. Ballandıra ballandıra anlattı falcının evinin güzelliğini, dekorasyonundaki şatafatı.

“Allah Allah” dedim kendime, nasıl iştir bu dedim içimden. Benim tahayyül ettiğim falcı evi loş ışıklı, pejmürde halde bir evdir. Seansına 250 lira alan kadının evinin lüks olması normaldir herhalde diye düşündüm.

“Ee niye erken geldiniz madem itibar bu kadar iyiydi de?” dedim kızlara. Gülay homurdana homurdana söylendi “benim koca eve erken gelmiş, falcıdayız diyemedim canıma okur valla. Apar topar çıktık koca korkusundan, başka zaman tekrar geleceğiz mutlaka” dedi. Bizimkiler dokunsam ağlayacak haldeler.  Geri döndük mecburen.

Aradan yaklaşık iki gün falan geçti. Sabah kahvaltısında gazeteleri okurken telefonum çaldı, arayan bizim kızlardan biri ağzından alevler çıkartarak konuştu;  “aç çabuk interneti haberlere bak! Direkten dönmüşüz kızz!”

 

Manşet aynen şu: RANDEVU EVİNE BASKIN!

Bizim saftirikler adresi yanlış almışlar. 1/7 nolu villaya gideceklerine, 11/7 nolu villaya gitmişler.  Falcı diye gittikleri ev de randevu eviymiş! Falcı Bacı’ya geldik falan diyemeden ortamın haliyle büyülenmişler. Lüks falcı ya güya gittikleri, karşılayan kızlardan falan şüphelenmemiş bizim saflar. “Allahtan Gülay’ın kocası aradı da çıktık evden yoksa bizi de gazetelerde gözümüzde siyah bantlı resimlerle görecektiniz tövbeler olsun!” dedi dizlerine vura vura tırsak Ebru.

Tabii ben anlattıklarına kahkahalarla güldüm. Ben güldükçe bunlar iyice sinir oldular. Şimdi ne zaman kahve içip fincanı kapatsalar “ver bakalım 250 lira bakayım falına” diyorum gıcıklığına. Hepsi birden gözlerini pörtletip bana “aman senin diline düştük!” diyorlar. Ben yine de çok gülüyorum hallerine.

 

 

 

Saflık Başa Bela…

yol

 

Geçen gün yolda yürürken kaldırımın ortasında duran bir genç, kucağındaki dergileri elime tutuşturmaya çalıştı. Üniversite öğrencisiymiş. Çok da tatlı bir yüzü vardı, sıcacık gülümsemesiyle bütün itirazları engelliyordu.

İlk başta hiç muhatap olmadan öylece yanından geçip gitmek istedim, ilgilenmedim söyledikleriyle. Ama içimdeki anaç ruh engel oldu yürüyüp gitmeme. Satmaya çalıştığı şeyin ne olduğuna bile bakmadan hemen aldım, gönlümden kopan miktarda da ücreti verdim. “Sağ ol abla!” derkenki içten teşekkür bile yetti bana.

Elimde tuttuğum dergiyle girdim bir cafeye, arkadaşımı beklemeye başladım. Siparişimi alan garson kız da üniversite öğrencisiymiş. Biraz sohbet ettik, hem okuyup hem çalışıyormuş. Dedim “Aferin sana, ama dikkatli ol! Uyanık ol ve kendini asla tehlikeye atma!” Neden böyle dediğimi anlamadı muhtemelen.

Bu gençleri görünce aklıma üniversite yıllarım geldi. Ben de üniversitede hem okuyup hem çalışıp, harçlığımı çıkartıyordum. Kendi paramı kazanmak çok tatlı gelmişti, ayrı bir gururu vardı. Hem okuyorsun, eline mesleğini almaya çalışıyorsun hem de ailene yük olmuyorsun. Harika bir duyguydu. Tabi ikisini birlikte yürütmek hiç de kolay olmuyordu, bu da bir gerçek!

 

Tencerelerim varr tavalarım vaarrr, çiçekli böcekli pikelerim vaarrr…

İlk bulduğum iş, tencere-tava-nevresim takımı satmaktı. Sokak sokak dolaşıp, kapı kapı gezip tencere satıyordum. Kocaman büyük bir valizin içine tencereleri, pike takımlarını koyup asansörsüz apartmanları tırmalıyordum.

Zilini çaldığım insanlar çoğu zaman bana acıyordu muhtemelen çünkü valizin ağırlığından tek omzum neredeyse belime kadar inik vaziyetteydi. Notre Dame’ın kamburu gibi bir kızı görüp, korkudan daann diye kapıyı yüzüme kapatanlar da çok olmuştu.

50 derecenin kavurucu sıcağında, dilim beş karış dışarıda çok dolaşmışımdır Antalya sokaklarını…  Ya da aniden bastıran yağmurla donuma kadar ıslandığımdan, kapısının önündeki paspası ıslattım diye beni yaka paça apartmandan atanlar da çok olmuştur…

En korktuğum şey de kapıcılardı. Hiç acımaları yoktur o insanların, omzumdan kedi eniği gibi tutulup atılmışlığım çoktur.

Diğer korkum da köpeklerdi! Kapı açıldığında dana gibi bi’ rotvaydırı karşımda görmemle, ayaklarımın kıçıma vura vura kaçmamı hala unutamam. Dalağım şişmişti resmen koşturmaktan.

Haa bir de uygunsuz şekilde (!) kapıyı açanlar! Ablacım jartiyerle kapı mı açılır yaa?? Yaa abi sana ne demeli? Madem yaptın bi hata bornozla açtın kapıyı, bari önünü kapatsaydın beee!!! Iyyhh iğrenç….

Neyse… Pazarlamacılık kariyerim merdivenlerden düşmemle sonlandı. Daha sabit bir iş olsun dedim ve bir büroda sekreterlik yapmaya başladım. Sadece telefonlara bakıp, çay demleyecektim o kadar. Üstelik de okuluma çok yakındı bu ofis. Oh dedim kebap!

Tertemiz miss gibi iş işte kızım yaşadın dedim kendime. Ama işin garibi ben çalıştığım yerin ne iş yaptığını anlayamamıştım. Patron anlattı ama anlamadım! Ben sadece telefonlara bakıp sipariş alacaktım ama biz ne iş yapıyorduk, neyin siparişini alıyorduk anlamamıştım. Cahillik zor yaa…

 

“Bakkbiiii bokçu mu oraa?”

Büyük tır gibi araçlar ve hortumlar vardı etrafta. Vidanjör yazıyordu kocaman harflerle araçların üstünde. Ne demekti ki acaba diye saf saf dolanırken ben etrafta, çalışmaya başladım. Benim memleketimde hiç vidanjör olmaması cahilliğimi perçinlemişti tabi!

İşten çıkıp eve gittiğimde ev arkadaşlarım “Ayy sen ne kokuyorsun böyle pis piss?” dediler, kendimi kokladım bişi kokmuyorum hâlbuki! “Yok, benden değildir, dışarıdan lağım kokusu geliyordur!” dedim.

Neyse ertesi gün işe gittiğimde telefon çaldı, açtım. “Alooo bokçu mu?” dedi bir kadın. “Yok hanımefendi yanlış aradınız!” dedim, kapattı.

Tekrar çaldı, yine aynı kadın; “Alooğğ bakkbiii bokçu mu oraaa? Tahı yapacak bi seel işim var, beni oğraştırma!  Büütünn evleri boklaa basıverdi gari çığırtıveren de gaktırıversinlee!”

Kadının şivesini çözmemle çalıştığım yerin bir vidanjör firması olduğunu anlamam üç saniye sürdü! Oturduğum sandalyeden, tuttuğum telefondan, ayak bastığım yerden ve üstüme sinen iğrenç bok kokusundan kurtulmak için hayatımdaki ilk istifamı verdim! Koşar adım uzaklaştım oradan, hamama gidip kırklandım.

Bir daha bilmediğim işte çalışmak mı amannn tövbeler olsun tanrıma derken, ev arkadaşım olan iki kızın da günlerce sürecek olan geyiğine maruz kaldım doğal olarak.

Üç kız kafa kafaya verip gazetelerdeki iş ilanlarına hep beraber bakmaya başladık. Bu olmaz, şu olmaz, ay ben bunu yapamam, bunda tecrübe isterler, yok olmaz falan derken sonunda aradığımız işi bulduk: Animatörlük!

Gazetedeki ilanda yazan telefonu aradık. Öğrenci olduğumuzu, part time çalışmak istediğimizi söyledik. Adam bize adımızı, “kaç yaşındasınız, nerelisiniz, aileleriniz nerede” diye sordu. “Ayy ne kadar ilgili bir abi, ne kadar iyi insanlar var!” dedik safça!

Adam bize işlerinin çok yoğun olduğunu, bizim bulunduğumuz yere gelemeyeceğini ancak kendi mekânına bizi davet ettiğini söyledi. Bir saat sonraki sefer için Alanya’ya üç kişilik otobüs biletini ayırttığını, bizi hemen görmek istediğini, sesimizdeki pozitif elektriği hissettiğini, birlikte çalışabileceğimizi de ilave etti!

 

Paraya para demeyeceğiz heyy heyyyy…

Biz üç avanak havalara hopladık sevinçten. Ahh ullennn şimdiki kafam olsa o telefonu ben adamın gırtlağına sokardım ama neyysse… Bindik otobüse gidiyoruz Alanya’ya… Yol boyunca ne hayaller kuruyoruz ama görmen lazım. Beş yıldızlı otellerde animasyon ekibinin lideri oluyoruz… Bütün turizm camiası bizim başarılarımızdan bahsediyor… Yaptığımız gösteriler, özellikle çocuk showlarıyla Avrupa’dan bile teklifler alıyoruz… Paraya para demiyoruz bir de… Buradaki üniversiteyi bitirip Avrupa’da master da yapıyoruz ayrıca… Uçuyoruz hayallerden, ağzı açık ayran budalası gibi üç tip…

Adamın tam tarif ettiği gibi Alanya’ya çok az mesafedeki bir benzin istasyonunda indik. İstasyonun içindeki bilmem ne restorana girdik. Tarife uyan siyah lüks araç da kapının önündeydi. Tamam dedik, hayallerimize ve paraya kavuşmaya on adım kaldı! İçeri girdik, telefonda konuştuğumuz adam bizi karşıladı.

Daha ilk görüşte içimde bir şey koptu, cinlerim almadı bu adamı. Gömleğinin yakası göbeğine kadar açık, kıllı bağrı ortada, boynunda altın kolye, güdük boğumlu parmaklarında altın yüzükler. Yeşilçam karakteri tipli adam kanlı canlı karşımızda oturuyor! Kebaplar, tatlılar, yemekler masayı donattı amca. İkram niyaz o biçim…

Ben kıl kaptığım için adamdan hiç konuşmadım, içine ilaç koymuştur diye yemeklerden de bir çatal bile alamadım korkudan.  Resmen Tecavüzcü Coşkun sendromuna bağlamış halde diken üstünde oturuyorum. Adam anladı bizim saflığımızı tabi, tatlı dille iltifatlarla ikna etmeye çalışıyor… “Kızlar sizde çok iş var, bak yemin ediyorum çok para kazanacaksınız. Bu gençlikle, bu enerjiyle çok ünlü olacaksınız. Bu akşam şuradaki beş yıldızlı otelde eğlence var. Şimdi kalkalım hep beraber, sizi otele götüreyim. Odanızı hazırlattım bile, hiçbir masraftan kaçmadım vallaha billaha! Şovlarımızı izleyin, akşam kalın otelde keyfini çıkarın. Bu teklifi de kimseye yapmam haa…”

Bizim saflar ağızları açık dinliyorlar adamı! Biri kebaba dalarken, diğeri baklavayı sokuyor ağzına. Kaş göz işareti yapıyorum, yemeğin onlardan kalkın gidelim demeye çalışıyorum ama yok anacım, anlamıyorlar! Yanımda oturan İzmirlinin kıçına çimdik attım, gözlerimi belerttim ama yok! Nato kafa nato mermer!

“Bu yaptığınız işin bir resmi falan yok mu?” dedim, nerden geldiyse aklıma. “Olmaa mıı!” dedi adam geviş getirerek. Yanında duran ceymis bond çantayı açtı, içinden afişleri çıkarttı. Daa daa daannnn!!! Mezdeke grubu!

“Vallaha gülüm bak bunun gibi peçeli kostüm sana çok yakışır haa.  Kaşın gözün hokka gibi!” dedi ve bizden ses çıkmadı! Masadaki meyve bıçağıyla bana “gülüm” diyen o pis dilini kesmek istedim o an! Yapmadım tabi. Sadece gülümsedim tüm sinirime hakim olmaya çalışarak. O sırada adamın telefonu çaldı ve masadan kalkıp, dışarı çıktı.

Dönüverdim bizimkilere… “Çabuk kıçınızı kaldırın buradan gidiyoruz! Adam bizi satacak mı kesecek mi belli değil be görmüyor musunuz? Sen de bırak o elindeki pastayı, bok ye emi!” diye çemkirdim kızlara. Lokantanın arka kapısından çıktığımız gibi koşturmamız bir oldu. Allahtan o benzin istasyonu yolcu otobüslerinin duraklama yeriymiş de, önümüze gelen ilk otobüse atlayıp eve varabildik.

O gün oradan kaçamasaydık ne olurdu düşünmek bile istemiyorum… Resmen ucuz atlattık. Üç kuruş para kazanmak uğruna, saflığın ve cehaletin kurbanı olup hayatımız kayacaktı. Amanın tövbeler olsun…

Dut ağacı…

dut ağacı

 

Rahmetlik babaannem tek katlı evinin avluya uzanan bölümünü telle çevirip, yarım tuğla yüksekliğinde betonla sıvayıp toprakla döşediği çiçekliğinde rengârenk miss kokulu çiçekler yetiştirirdi. Adını bile bilmediğim ve başka yerde görmediğim farklı çiçekleri vardı.

Çocukları gibi severdi çiçeklerini, konuşurdu onlarla. Hatta bazılarını azarladığına bile şahit olmuştum; “Senin üç gündür keyfin yok hayırdır gızanım? Ahaa da sana aaşaama gaada mühlet, çiçek açtın açtın! Açmadın ee ben bilemeyom garii o zamansa sen oturup düşünüvercen gari! Evvelsi geri sonradan deme bu Aiişe garısı bana su veemedi demeyiverin!”

Kadın resmen posta koydu çiçeğe arkadaş! Tehdit ve şantajla çiçek açtırma tekniği var mı? Yoksa da babaannem beceriyordu bunu, ben gözümle kulağımla şahit oldum buna yeminle! Açmazsan sana ceza, su yok bak! Bu nedir acaba?

Küstüm çiçeğiymiş birinin adı, yapraklarına dokununca kapatıyormuş kendini. “Elleşmeyin buna kırarım kafanızı! Elleşirsen küser sana” demişti bana.  Arkasını dönünce de meraktan hemen dokundum tabi pembemsi çiçeğe. Mübarek çiçek gerçekten dokunur dokunmaz kapatıvermişti kendini. Günlerce vicdan azabı çekmiştim çiçek bana küstü diye. Hâlbuki ben onu sevmek istemiştim, zarar verme niyetim yoktu. Meğerse çiçeğin özelliği buymuş, tabi ben bunu yıllar sonra öğrendim o da ayrı mevzu tabi.

Pembe, mor, lila renklerini sevmemdeki tek neden o bahçedeki çiçeklerdi. Muhteşem ahenk içinde görülüyorlardı yan yana olunca. Kocaman Vita Yağ teneke kutularının içinde bu renklerde çiçekler vardı. Orospu topu derdi bunlara babaannem, ne ayıp adı var derdim içimden ve utancımdan söyleyemezdim adını. Toplu çiçek olarak söyledim uzun yıllar onun adını. Ortanca imiş meğerse garibim çiçeğin adı, niye böyle ad takmış anlayamamıştım. Şimdi kendi evimin bahçesindeki pembe ve mor ortancalarıma her baktığımda aklıma babaannem gelir. Koyu mavi, lacivert renk ortanca yetiştirmek istiyorsa çiçeğin dibine sirkeli su dökerdi. Pembe ya da morumsu renk istiyorsa dibine çay… Yemin ediyorum bu kadını izleyen botanikçiler diplomalarını yakardı!

 

Arakyafobi…

Komşuda gördüğü, beğendiği çiçeği o kişi isteyerek verirse açmazmış, yerini yadırgayıp sahibini özlermiş çiçek. O yüzden sahibi görmeden dalından yaprağından çaktırmadan bi tane kırıp, eve gelip dikmek lazımmış ki çiçek seni sahiplensin, yerini bilsin açsın.

Yaa arkadaş anlamıyorum ki, çiçek mi yetiştiriyorsunuz yoksa kleptomani hastalığınız mı var? Çiçek yaprağı aşırmak da nedir? Çiçeğin yerini sahiplenmesi diye psikanalitik kuram mı var acaba benim bilmediğim? Hadi çiçekle konuşursun, seversin anladık da dalından aşırmak nedir? Teeallaamm yaaa…

 

Duu yyuuu noovv SIKLAMEN??

Sıklamen çiçeği vardı bi de, oo ne biçim ad demiştim ilk duyduğumda. Sıklamen… Pembeyle morumsu karışımı şahane bir renk. Ters lale şeklinde harika bir çiçek. (İddia ediyorum şu anda internette sıklamen çiçeğine bakmıyorsan ben de Madonnayım!)

Hatta geçen gün iş yerinde bir arkadaşım çok hoş bir bluz giymişti; “Bayılırım sıklamen rengine!” dedim, millet ağzındaki çayı püskürttü. Yarıla yarıla güldü herkes o ne bee diye.. İlk defa duyanlar için biraz seksapel bir terim geldi ve hatta dalga konusu oldu tüm gün. Anket bile düzenlediler sıklamen nedir diye. “Ben onu bunu bilmem, işime yaramayanı siklemem geçerim!” diyen arkadaşı topluca alkışladık ayriyeten… Sonrasında Anadolu’ya özgü pek bilinmeyen yöresel yiyecekler hakkında genişlettik anketteki soruları. Domalan mantarı ve çükündür turşusu ile ilk defa müşerref olan arkadaşlar “Harbiden bunlar gerçek mi?” “On ne lann?” ya da “Siz ne içtiniz ayol?” diye gülme krizine girdiler.

 

Yaktın beni yeşil zeytin…

Çiçeklerden sonra orta kısımdaki bahçede meyve ağaçları vardı. Babam, meslek icabının da ötesinde meraklı olduğu için bu işlere, orta bahçeyi test alanı yapmıştı kendine göre.

Bir dalından vişne bir dalından kiraz veren ağaç gördünüz mü siz hiç? (Ohaa demeyin duyarım ben!) Babam aşıladı, oldu!

Zeytin ağaçları da vardı bahçede. Özenle bakılır, budanır, her sene sülalecek birleşilerek toplanırdı zeytinler. Üleşilen zeytinler tenekelere basılır, tuzlanır, acı suları akıtılırdı. Kimisi sele, kimisi çizik… Kalanları da yağ çıkartılmak üzere taş değirmene götürülürdü.

Geçen sene babama şunu sorduğumda yüzündeki şaşkınlıkla beraber kızgınlık mı öfke mi anlayamadığım bir şekildeki bakışını hala unutmuyorum: “Baba, bizim bahçede niye yeşil zeytin ağacı yok?”

“Nasıl yani?” dedi adamcağız, benim salaklığımdan emin olmak istercesine!

“Bahçede siyah zeytin ağacı var ama yeşil zeytin ağacı yok!” dedim ukalaca!

“Sokma akıl kırk adım gidermiş!” dedi babam ve sustu!

İşte o an anlamıştım çok fena çuvalladığımı ama nerde hata yaptığımı bilememiştim.

Elimdeki telefonla hemen hazreti guugıll amcaya yazdım, yeşil zeytin ağacı diye. Anammmm ben nasıl rezil oldum o an, oturduğum koltuğa gömüldüm resmen!

Meğerse zeytin ağacı tekmiş ya laa!! Yeşili siyahı diye cinsi yokmuş! Zeytin yeşilken toplanırsa yeşil zeytin, kararınca toplarsan siyah zeytin olurmuş! Aloooo mağma tabakası beni duyuyor musun??? En dibine gireyim ben en iyisi emi!

Babası ziraatçı olup ve üstelik de civarda meslek erbabı diye nam salmış bir adam iken, köy kökenli olup hatta çocukluğunu köyde geçirmiş ve milyon defa zeytin toplamış biri olarak dünya mallık ödülünü hak ettim sevgili seyirciler! Aferin bana!

Pederden de cahil cühela damgası yedik ohhh hadi bakemm! Şimdi istediğim kadar Mondros Mütarekesi’ni bilsem de Kopenhag Kriterleri’ni ezberlesem de faydası yok anacım! Ziraatçı Recep çizdi mi adamı kırmızı kalemle kalırsın sınıfta!

Sonra işte böyle her kahvaltı sofrasında zeytine uzatırken çatalını laf sokar sana baban “Ye yee, o yeşil zeytin ağacından yeni toplandı!” der… Eee haklı adam…

Valla bilmemek kötü şey gerçekten.

 

Dut ağacı…

Rahmetlik babaannemin bahçesinde kocaman bir dut ağacı vardı. Kocaman gövdesi ve geniş dallarıyla çocukluğumun güven sembolüydü o dut ağacı.

Babaannemin bahçesindeki o dut ağacına her tırmandığımda (merdiven varken çıplak ayakla kedi gibi tırmanmak hoşuma giderdi) özgür hissederdim kendimi nedense. Orta bahçeyi arkadaki sera bahçesinden ayıran yerdeydi dut ağacımız.

Dedem o evi aldığında teee zamanında, epey yetişkin bir ağaçmış o dut ağacı. Bizim rahmetliler de iyi bakmışlar çok şükür, hala da nefis dut verir kendileri. İri iri etli beyaz dut.

Altına çarşaf gerip dalları silkeleyince yemezdim. Dalından yemekti benim en büyük zevkim. En tepesine kadar tırmanırdım ağacın. Orada bir dala kıçımın kenarı iliştirip tüm köyü izlerdim. Köyün karşısındaki göl muhteşem görülürdü dut ağacından.

Her dalında yüzlerce dut görünce neresine saldıracağımı bilemezdim. Birini ağzıma atarken diğerini almaya çalışırdım. Parmaklarımın arasından kayıp aşağı düşerdi en tombulu ve uyuz olurdum ona! Soldaki dala bakarken elimi attığım yerdekini koparıp ağzıma atardım.

Bazen de ağzımın içini müthiş bir acı kaplar, yediğim bütün dut tadı giderdi. Yeşil dalların arasına saklanan yeşil böcek! Çok yemişliğim vardır bilmeden!

Öküz gibi dut yiyip, karnım şişerdi. Ağaca tazı gibi çıkarken iyi de aşağı inmesi zordu bak!

Dut demek benim için yaz geldi demekti. Okullar kapanmış, yaz tatiline girilmiş demekti. Bizim için yaz tatili demek, ailecek köye gitmekti. O zamanlar çok sıkılırdım bu durumdan ama şimdi çok özlüyorum o zamanları.

Sabahtan akşama kadar babaannemin çiçekler içindeki bahçesinde zıplayıp, çay tabaklarıyla misafircilik oynadığım, çamurdan arabalar yaptığım yerdi o bahçe.

Çiçeklerin papatyaların içinde bacağımı arı soktuğunda, babaannem önce tükürür arının soktuğu yere, sonra tuzla ovalardı. “Git çabıkk siittiirr, işe bacaanaa!” dediğinde şapşal şapşal suratına bakmıştım ama kadın gayet ciddi olarak söylemişti bunu!

Ben de avludaki helaya koşturup bacağımın üzerine işemiştim midem bulanarak! (Siiittirr demek de koş anlamında bir babaanne sözüdür canlarım) Anadolu kadını işte yaa.. İlacı da dezenfektanı da kendi deneyimiyle bulmuş!

Tükürüğün de çişin de en büyük antibakteriyel olduğunu tıpkı yeşil zeytin gibi sonradan öğrenmiştim!

Dut ağacının tepesinden dedemin eve girdiğini görünce palas pandıras inerdim ağaçtan. Çünkü dedem bize mutlaka köpük helva alırdı. Pembe renkte, keskin şeker tadı boğazını yakan bildiğin köpüktü. Beş altı kaşıktan fazlasını yersen tıkardı. Üzerine en az üç bardak su içmen gerekirdi ki içinin yangını geçsin.

Geçenlerde köye gittiğimde yine her zamanki gibi bahçeye girer girmez duta saldırdım. En tepesine çıkıp köyü ve karşısındaki gölü izledim, tıpkı çocukluğumdaki gibi. Avlunun kapısı açılıp da dedemi bekledim ağacın tepesinde, içeri girsin köpük helva getirsin diye…

 

Kim ne derse desin bizler şanslı çocuklardık be… Ağacından meyve yiyebilen kaç çocuk kaldı bu zamanda?

Annemin mesajları…

annelerin-telefonlarla-imtihani11

Annem, her Türk annesi gibi kendi halinde ama bir o kadar da şahsına münhasır bir kişiliktir. Karadeniz kadını oluşundan serttir mizacı. Duruşundan, önce bi Besmele çekersin, sonra ne isteyeceksen istersin. Genlerindeki Laz damarı tuttu mu öldür Allah laf anlatamazsın. Sert olmasının yanında aynı zamanda komik kadındır haa.. Espri falan nedir bilmez ancak doğal bir sempatikliği vardır. Şaka olsun, millet gülsün diye bir şey söylemez ama anlattığına gülerken işetir adamı. Bazen de saflığı tutar ki sorma, işte o zaman tadından yenmez… Öyledir yani…

Bu aralar teknolojiye takmış durumda. Orta yaş sendromu mudur tıpta böyle bişi var mıdır bilemem ama valide sultan baya bi sosyal medya canavarı oldu iyice. Hâlbuki eskiden böyle değildi bu kadın! Anlamazdı internetten falan. Son zamanlarda beni şaşırtıyor valla.

Seneler evvel iş görüşmesi için beni telefonla arayan birine e-posta adresimi verirken konuştuklarımı duydu. Sonra yanıma geldi “Senin evinde bilgisayar mı var?” dedi. “Yoo anne henüz almadım, niye ki?” dedim. “Meyıll mayıll bişiler dedin, bilgisayarın yoksa nasıl gönderecek o dediğini! Postacı maağğyıll getiriyor mu?” dedi ve ben o anda annemin teknolojiye göz kırptığını fark ettim. Neyse, durumu anlatmak biraz zaman aldı ve kadıncağızın kafası karıştı ama olsun öğrenmenin yaşı yoktur demişler.

Evdeki tüplü televizyon şutlanıp ELLSİİDİ (annemin deyimiyle)  salondaki yerini alınca ve doğal olarak da 2500 kanal olunca, kadına gün doğdu.  İzlediği programları evde denemeye kalktı işte o zaman biz hapı yuttuk sayın seyirciler! Tuvalet kâğıtlarının karton rulolarından bilmem neler yapmalar, küçük pet şişelerden abuk sabuk materyaller… Ev oldu çıfıtçı çarşısı!

Bir ara dünya mutfağına sardı, gördüğü yemekleri kendine göre uyarlayarak bizleri neolokal lezzetlerle tanıştırdı tabi! “Şarapla sotelemek lazımmış ama günah diye nar ekşisi koysam olur mu?” diye izlediği kanalı mı aramadı… Bizim miss gibi kıymalı patlıcan oturtma out, asma yatağında kuşkonmazlı levrek in oldu! Olan tabi garibim babamın barsaklarına oldu, adam cırcır oldu üç gün tuvaletten çıkamadı! Baktı dünya mutfağından fayda yok, hoopp eski usul haşlama patatesi dayadı adama…

Televizyonda görüp de denediği her yemeği, sanki kırk yıllık İtalyan aşçısıymış da somon fümesiz kahvaltıya oturmazmış edalarıyla bizim gırtlağımızdan sokmaya çalıştı tabi. Bizim suratların değiştiğini görünce de “Amann size de iyilik yaramıyo haa zıkkımın pekini yiyin gari!” diyerek özüne geri döndü.

Çağa ayak uydurma merakıyla akıllı telefona heveslendi. Hadi kırmayalım, alalım dedik. Ay demez olsaydık! “Bu DOKANMATIKK telefonun tuşları nerde?” dedi ve biz nasıl bir işin içine girdiğimizi o anda fark ettik! Nasıl kullanılacağını, nereden arama yapacağını, mesajın nasıl gönderileceğini milyon kez anlattık ama baktık olmuyor, tek tek kâğıda yazdık, şemalar şekiller çizdik.

Ve bomba…

Annemden gelen ilk mesaj: “saatkacoldunerdesıncabıkevegelbabankafanıkırcek

Yemin ediyorum aynen bunu yazmış. Beş kere falan okudum sanırım anlayabilmek için. Sonra krize girdim gülmekten. Hem duruma hem de mesaja…

Allahımm yaaa hak mı reva mı bu şimdi bana yarebbim… Kendi elimde cellâdımın kılıcını bilemişim de haberim yok! Ben o kadar emek harcayayım, saatlerce bıkmadan usanmadan anlatayım, kadının bana attığı ilk mesaj bu mu olmalıydı! Ohh yooo….

Aldım elime telefonumu cevap yazdım anneme: “Annecim arkadaşlarla sinemadayız, film bitince geleceğim. Ayrıca boşluk bırakmak için 0 a bas olur mu tatlım. Öpüyorum.”

Gelen cevaba gelll eyy ahaliiii: “gelince#babanda#sana#film#cekecek#vurdulu#kırdılı#”

Sinemada koca salonda anıra anıra güldüm deli gibi. Ay bu kadın beni gülmekten öldürecek Allahçım yaa…

Sonrasında annemin telefona adapte olmasıyla azcık rahatladık derken, yazdığı mesajlar gayet kısa ve net olmaya başladı: “EVE#GEL

Ve ben bir süre annemi telefonumda EVEGEL diye kaydettim! Nasılsa her aradığında aynı şeyi söylüyordu. İnsan aradığında bir selamlama cümlesi olur dimi; nasılsın yavrum falan gibilerinden. Bizimki direkt olaya girip bir de tehdit ediyordu: “EVE GEL BABAN KIZDI!

Tek cümle abi, tek cümle kuruyo kadın! Ben daha laf söyleyemeden de çaatt diye kapatıyordu telefonu. Bazen de kapatmayı unutuyordu, arkamdan konuştuklarını duyuyordum. Aynen şöyle: (çatt diye kapattıktan yani kapattığını sandıktan sonra babama gaz veriyo) “EVE GEL BABAN KIZIYO DEDİM BAK BENİ YALANCI ÇIKARTMA RİCA EDERİM CANIM!

Kumpasa gell abi ya! Aklımı çıldıracağım arkadaş! Bozacı ve şıracı mıydı o deyim neydi? Tehdide kılıf uydururken de kibarlıktan ödün vermeyiz recaa ederim!!

Annemin mesajlarını yazmakla bitmez… Silmiyorum onları, hala okudukça çok gülüyorum… İşte bazıları:

 

Kış günü gönderilen mesajlar:

Annem: “içine#atlet#giy”

Ben: “çıtçıtlı body var anne”

Annem: “yün#fanila#aldıydım#sana#naaptın#onu#body#ne#demek#kızım#”

Ben:”anne tamam yaa akşam gelince gösteririm uufff “

Annem:”oflanmaz#anneye#kırarım#kafanı#”

 

Annem yemek tarifi istiyor…

Annem: “hunkar#begendı#”

Ben: “Anlamadım anne?”

Annem: “hunkar”

Ben: “Yine görücü mü geldi eve? Bu seferki nerenin hünkarıymış? :))))))))”

Annem: “eşşeiinn zzikii”

Ben: “hahahhahahahaha anne alemsin”

Annem: “Oktay#usta”

Ben: “ohaa anne! Benim için fazla yaşlı değil mi o? Bulamadın bana şöölee Kıvanç gibi birini be kadın!”

Annem: “sıçacam#bacaana#yemek#tarifini#bul#dedim#sana#”

 

Arkadaşlarımla denize giderken…

Annem: “Entonezyada#deprem#olmuş#denize#gitmeyin#gidersenizde#yüzmeyin”

Ben: “anne biz oraya çok uzağız ayrıca o Endonezya!”

Annem: “cok#bilmis#ukala”

Ben: “ben de seni çok seviyorum annecim!”

 

Annem bana ulaşamadığında…

Annem: “telin#niye#kapalı”

Ben: “Kapalı değil anne. Çekmemiştir.”

Annem: “telinin#cekmedıgı#yerde#dolasma”

Ben: “baz istasyonu mu taşıyayım çantamda anne?”

Annem: “bazlamamı#cektı#canın”

NO COMMENT!!!…..

 

…..

Sevgili minnoşlarım, bu ve benzeri krize sokan mesajları hala almaya devam ediyorum. Allah uzun ömürler versin anacığıma… Bunlar ne ki??? Siz asıl annemin sosyal medya ile olan imtihanını görün… Onu da yazacağım bekleyin…